< Hikâye +18’dir ona göre okuyun. >
( Şimdi ne bu hikâye, neden bu kadar uzun falan diyebilirsiniz. Senaristlere nefretimden efendim. Sırf benim gibi amatör biri bile duygu aktarımı sağlayabiliyorken, karakterlerin iç dünyasını yansıtamayan senaristlere sinirimden. Güzelim çifte iki replik yazmıyorlar ben yazıyorum o zaman dedim ve sizi ZeyKer’in iç dünyasına getirdim. Birbirlerine nasıl aşık olduklarını görürseniz, son bölümler sayesinde çifte olan sarsılmış inancımız en azından benim hikayem için yerine gelir diye düşündüm. Bu yüzden karakterlerin iki sayfalık düşünceleri var ve bu yüzden bu kadar uzadı. Keyifli okumalar.)
Bir Erkeğe içindekileri söyletmek istiyorsan, içir. Bir Kadına içindeki doğruları söyletmek istiyorsan, sinirlendir. /Grumpy Bear/
Tahta ile öğrenciler arasında kalan kısımda,
elinde tuttuğu cetvel ile yazdığı birkaç satır anlamız formülü işarete eden
hoca konuştu:
“Eveeeet, şimdi buraya dikkat etmenizi istiyorum. Bu gördüğünüz ünlü Arf teoremidir çocuklar. Sınavda gene dökülmek istemiyorsanız onu çok yakın bir arkadaşınız olarak kabul edip, kendisi ile haşır neşir olsanız iyi olur.”
Hocanın suratındaki gülümsemenin aksine öğrencilerin genelinde, sınıfa hâkim olan bir sessizlik içinde gülmekten çok uzakta küçük fısıltılar dolaşıyordu. Zeynep ise ne kendi aralarında fısıldaşan öğrencilerle münasebette ne de anlamı kendisinde bir ehemmiyet teşkil etmeyen, hocanın anlatmakta olduğu dersi dinlemekte idi. Aklının tamamı ile çok başka denizlerde yüzdüğünü gizlemek istermiş gibi gözlerini dikmişti, kafasında Kerem ile beraber oldukları hülyalar kurarken:
“Ne kadar zaman geçti, onu son gördüğümden beri? Neden onu bu kadar özlüyorum, oysa daha sabah okula beraber gelmemiş miydik? Neden onu günlerdir görmemişim gibi içimi kemiren bu garip hissi besliyorum içimde? Ona dokunmak istiyorum, şimdi dokunmak, parmaklarımla boynuna dokunurken saçlarını okşamak istiyorum. Ne zaman bir araya gelsek yaptığı gibi beni hiçbir zaman rahatsız olmadığım, daimi saadet hissi veren kolları ile sarsın istiyorum.
Tanrım! Bir insanı, alelade bir günde kafamızı çevirdiğimizde, onlarcasını gördüğümüz insanlardan farkı kılan nedir? Onun benimkinin neredeyse iki katı vücudunu um ufak edip, kalbime sokan, daimi rahatsız etmesine sebep olan nedir? Eğer inansaydım bunun bir çeşit kara büyü olduğunu söyleyebilirdim elbette. Yoksa aklımın sahip olduğu tüm yetiyi çekinmeden kullansam dahi içimde bu denli kuvvetli duygular uyandırmasını açıklayamam. Seviyorum onu hem de nasıl seviyorum? Sahip oldukları ve yahut bana sağlayabilecekleri için olan aşağılık çıkarlara dayanan bir sevgi ile değil ya da hayatımın bir parçası olan herhangi birini sevdiğim gibi sevmiyorum. Dünyanın en bedbaht kaderine sahip olan, aciz, zavallı bir insan olsa dahi seviyorum. Ne zaman mutlu olsam, ne kadar mutsuz olsam da karşıma geçip kocaman yamuk gülüşü ile beni güldürmesini seviyorum. Güneş ışıkları ile parlayıp, anlayamadığım, elimle ile dokunup bulamadığım bir noktamda kıvılcımlar çıkartan yeşil gözlerini seviyorum. Bana bakmasını, hayatında benden başka kimseyi görmemiş gibi, sahiplenici, koruyucu bakışlarını seviyorum. Ne zaman bir birimize kızsak gitmeme izin vermeden beni kavradığında göğsünün altında, sözlere ihtiyaç duymadan hırçın atışları ile beni nasıl sevdiğini, değil gitmek uzaklaşmamı dahi istemediğini bağıran kalbini seviyorum.
Tanrım! Kader beni ondan uzak tutmak için ne kadar acımasız davranabilir? Hayatımın geneline hâkim olmasından mütemadiyen şikâyetçi olduğum kötü şans beni bir gün ondan ayırır mı? Eyvah! Ya ayırır ise? Ya apaçık gördüğüm tabii hadiseler kadar emin olduğum bana olan sevgisi yalnızca benim içimde saadeti sağlama isteğimden kaynaklanan bir kuruntu ise? Bir gün daha önce onlarcasına yaptığı gibi benden sıkıldığını söyleyip gider ise? Herkes için çoğu zaman acımazca olan infaz kararlarını benim içinde verir ise, ne yaparım?
“Eveeeet, şimdi buraya dikkat etmenizi istiyorum. Bu gördüğünüz ünlü Arf teoremidir çocuklar. Sınavda gene dökülmek istemiyorsanız onu çok yakın bir arkadaşınız olarak kabul edip, kendisi ile haşır neşir olsanız iyi olur.”
Hocanın suratındaki gülümsemenin aksine öğrencilerin genelinde, sınıfa hâkim olan bir sessizlik içinde gülmekten çok uzakta küçük fısıltılar dolaşıyordu. Zeynep ise ne kendi aralarında fısıldaşan öğrencilerle münasebette ne de anlamı kendisinde bir ehemmiyet teşkil etmeyen, hocanın anlatmakta olduğu dersi dinlemekte idi. Aklının tamamı ile çok başka denizlerde yüzdüğünü gizlemek istermiş gibi gözlerini dikmişti, kafasında Kerem ile beraber oldukları hülyalar kurarken:
“Ne kadar zaman geçti, onu son gördüğümden beri? Neden onu bu kadar özlüyorum, oysa daha sabah okula beraber gelmemiş miydik? Neden onu günlerdir görmemişim gibi içimi kemiren bu garip hissi besliyorum içimde? Ona dokunmak istiyorum, şimdi dokunmak, parmaklarımla boynuna dokunurken saçlarını okşamak istiyorum. Ne zaman bir araya gelsek yaptığı gibi beni hiçbir zaman rahatsız olmadığım, daimi saadet hissi veren kolları ile sarsın istiyorum.
Tanrım! Bir insanı, alelade bir günde kafamızı çevirdiğimizde, onlarcasını gördüğümüz insanlardan farkı kılan nedir? Onun benimkinin neredeyse iki katı vücudunu um ufak edip, kalbime sokan, daimi rahatsız etmesine sebep olan nedir? Eğer inansaydım bunun bir çeşit kara büyü olduğunu söyleyebilirdim elbette. Yoksa aklımın sahip olduğu tüm yetiyi çekinmeden kullansam dahi içimde bu denli kuvvetli duygular uyandırmasını açıklayamam. Seviyorum onu hem de nasıl seviyorum? Sahip oldukları ve yahut bana sağlayabilecekleri için olan aşağılık çıkarlara dayanan bir sevgi ile değil ya da hayatımın bir parçası olan herhangi birini sevdiğim gibi sevmiyorum. Dünyanın en bedbaht kaderine sahip olan, aciz, zavallı bir insan olsa dahi seviyorum. Ne zaman mutlu olsam, ne kadar mutsuz olsam da karşıma geçip kocaman yamuk gülüşü ile beni güldürmesini seviyorum. Güneş ışıkları ile parlayıp, anlayamadığım, elimle ile dokunup bulamadığım bir noktamda kıvılcımlar çıkartan yeşil gözlerini seviyorum. Bana bakmasını, hayatında benden başka kimseyi görmemiş gibi, sahiplenici, koruyucu bakışlarını seviyorum. Ne zaman bir birimize kızsak gitmeme izin vermeden beni kavradığında göğsünün altında, sözlere ihtiyaç duymadan hırçın atışları ile beni nasıl sevdiğini, değil gitmek uzaklaşmamı dahi istemediğini bağıran kalbini seviyorum.
Tanrım! Kader beni ondan uzak tutmak için ne kadar acımasız davranabilir? Hayatımın geneline hâkim olmasından mütemadiyen şikâyetçi olduğum kötü şans beni bir gün ondan ayırır mı? Eyvah! Ya ayırır ise? Ya apaçık gördüğüm tabii hadiseler kadar emin olduğum bana olan sevgisi yalnızca benim içimde saadeti sağlama isteğimden kaynaklanan bir kuruntu ise? Bir gün daha önce onlarcasına yaptığı gibi benden sıkıldığını söyleyip gider ise? Herkes için çoğu zaman acımazca olan infaz kararlarını benim içinde verir ise, ne yaparım?
Hayır, hayır olamaz. İçimde bu denli
kuvvetli vuku bulan, sanki öncesinden her şeyin öncesinden beridir içimde
saklayıp, onu görünce ortaya çıkardığım bu hisler karşılıksız olamaz. Onunda
beni karşı koymaya hiçbir insanın muvaffak olamayacağı kadar sevdiğini
biliyorum. Biliyor muyum? Ne görebilirim, ne bir çiçek gibi koklayabilirim ne
de dokunabilirim. Öyle ise nereden biliyorum, benim bedenimden ziyade içimde,
ruhumu sarıp saadet veren bu hislerin karşılıksız olmadığını nereden biliyorum?
Bilmiyorum, hissediyorum daha önce hiçbir konuda ya da kişi üstünde
rastlamadığım derecede güçlü vuku bulan hisler ile hissediyorum.
Beni kıskanmasının, kendisinden başka herkesten kıskanmasının, ona karşı sergilediğim ufacık bir tehlikede dahi kendini gösteren koruma davranışını onunda bana göstermesinin başka bir açıklaması olabilir mi? Her ne kadar yaradılıştan barındırdığım asi benliğime ters düşen davranışları onun için sergiliyorken, onunda benim için aynını yapmasının açıklaması başka ne olabilir ki? Beni seviyor, hatta belki benim onu sevdiğimden daha fazla, belki benim asla erişemeyeceğim bir tutku ile seviyor. Bu yüzden ne zaman yalnız kalsak, ne zaman hem ruhlarımız hem bedenlerimiz bir birine en ufak bir temas fırsatı bulsa, tenimi yakan dokunuşlarını esirgemiyor benden.” diye düşüyordu.
Kendi içerisindeki düşüncelerinde Kerem’in kendisine olana aşkını bulmanın mutluluğu ile biraz olsun derse dönmeye karar verdi. Hoca hala biraz önce yazdığı formül hakkında öğrencilerin bütün dikkatinin kendisinde olduğunu varsayarak biraz tehdit içeren bir konuşma yapıyordu. Henüz anlattıklarının fazlaca değişip, kafasını karıştırmamasından kafasında ki bu uzun düşünceyi aslında ne kadar kısa sürede düşündüğünü anlayarak hayrete düştü. Tatlı hülyalar ile sonunda kendini mutlu hissettiren düşünceler içerisinde iken fazlaca kayıp yaşamamasını fırsat bilip derse dönmek istedi, fakat arzu, özlem ya da içerisinde bunları da barındıran birçok duygunun karışımından meydana gelmiş çok güçlü bir hissiyat ile kendine hâkim olamayarak Kerem’i düşünüyordu.
Birçok hadise karşısında kendisini kanıtlamış iradesini, ne kadar anlamsız gelse de ihtiyacı olduğu için hocanın anlattıklarına dönmek için kullandı. Fakat yazın yaklaşması ile sıcaklığını hissettiren güneş ışıklarından daha rahatsız ediciydi içindeki hisler; garip bir şekilde konsantre olmasını engelliyor, adeta gözlerinin önünde kocaman bir hayal sahnesi oluşturup Kerem ile geçirdiği tutku dolu dakikaları sahneliyordu. Bir müddet kendini zorlayarak karşı koymayı denese de sonunda usulca bedenini uyuşturan tatlı hülyaların sıcaklığına kendini bıraktı. Gözleri tahtada bir şeyler anlatamaya çalışan hocaya bakarken, çok farklı şeyler görüyor, gördükleri yüzünden zaman zaman gülümsemeye neden olurken çoğu zaman da sanki düşündüklerini etrafındakiler de biliyormuş gibi utanmasına sebep olup yanaklarında allıklar oluşmasını sağlıyordu. Kendisini saran hisler görme yetisinin yanında, işitmesini de ona fark ettirmeden elinden almak üzeydi ki, kapının çalındığını duydu.
“Knock! Knock! Knock!”
Kendisinin bile fark etmediğini hallere sebebiyet veren hayallerinden aniden gelen bu ses ile hızla uzaklaştı. Biraz önce gözlerinin önünde beliren kocaman bir sahnede başrol oynayan Kerem, şimdiye dek görmediği bir illüzyon gösterisinin kurbanı oldu; aniden kayboluvermişti. Gerçek dünyayı görmeye tekrar başlayan gözlerini, sınıfın kapısına çevirdi. Yan sınıftaki öğrencilerden birini gördü, çocuk kapıyı açar açmaz kendine bir benden büyük geliyormuş gibi duran kıyafetini düzeltmeye çalışarak :
“Hocam, Zeynep Yılmaz’ı Müdür Bey çağırıyor” dedi.
“Ne için çağıyormuş Zeynep’i?”
“Bilmiyorum hocam, spor salonunda beklediğini söyledi.”
“Peki, tamam. Zeynep kızım çıkabilirsin.”
Aklında uyanan soru işaretleri ile birlikte yerinden kalktı Zeynep. Sırasından kapıya doğru ilerlerken bakışlarının Melis ile karşılaşmamasına özen göstererek arkasına döndü. Omuzlarına dökülüp, yüzünün bir kısmını kapatan saçlarının ardından yere bakan gözlerinden, Yağmur’a “Ne olduğunu ben de bilmiyorum” diyen bir bakış attı. İstemediği yüzleri görmekten kaçmaktan belli edercesine, kesin ve hızlı bir hareket ile tekrar önüne döndükten sonra sınıftan çıktı.
Kısa, hızlı adımlarla spor salonuna doğru yürürken gelen haber ile birlikte tatlı hayallerden uyandığı için pek de mutlu olduğu söylenemezdi. “Babam beni neden durduk yere çağırmış olabilir” diye düşündü. Henüz yeni yeni söylemeye alıştığı “baba” kelimesine ne kadar yabancı olduğunu anlamasına neden oldu, bu düşüncesi. Kendine karşı oldukça dürüst olmaya çalışarak sorguladı; acaba sınıfta öylece durup Kerem’in bedeninin yüzünü kızartan hayallerini kurmayı, kendisi ne için çağırdığını bilmediği babasının yanına gitmekten daha mı çok istiyordu.
Spor salonuna ulaştığında kapıyı yavaşça aralayıp içeri uzattığı kafası ile etrafı kontrol ettikten sonra içeri girdi. Gözleri kendisini buraya çağıran kişiyi arıyordu. Kapıdan tamamı ile geçip içeri girdi. Hiç kimseyi göremeyişi ya da herhangi bir sesin olmaması ufak bir ürperme hissine neden oldu bedeninde. Gözleri hızlıca etrafta gezdirdikten sonra kötü bir şakanın kurbanı olduğunu düşünmeye başlamıştı ki, üzerlerini kaplayan derisine hiç yabancı olmadığını fark ettiği eller gözlerini kapattı. Arkasına dönüp bakmak için fırsat bulamamıştı, ya da kim olduğunu sormamıştı; biliyordu aslında görmeden, sesini duymadan gözlerini kapatan bu ellerin kimin olduğunu. Anladığı ilk andan itibaren içindeki anlık korku geçer geçmez, yüzünde bir gülümseme oluştu. Ellerini yavaşça gözlerini kapatan ellerin üzerine getirirken ensesinde saçlarının içinde dağılıp, ılık bir meltem gibi boynunu gıdıklayan bir nefes hissetti.
“Kerem bu. Dünya üzerinde başka hangi eller ebediyetten beri içinde var olduğuna inandığı tarifsiz hislerin uyanmasına neden oldu ki şimdiye dek? Olmadı. Başka hiçbir şey bu tarifini yapamadığım, göğsümden fırlayıp çıkacakmış gibi yoğun ve kuvvetli hisler yaşamama neden olmadı. Evet, belki daha öncede yakınlarıma, akrabalarıma, belki bir oyuncağıma yahut kedime karşı bir sevgi besledim, fakat hiçbiri ona karşı peyda olan hislerim ile boy ölçüşemez.” Diye düşündü.
Aklında kısacık bir an içerisinde dönen bu düşünce esnasında her yaslandığında kendisini dünyanın en güvenli yerindeymiş gibi hissettiren Kerem’in göğsünü hissetti sırtında. Sıcacık nefesini kızın boynuna üflerken hırıltılı bir ses ile :
“Bil bakalım ben kimim?” dedi Kerem.
Biraz önce sığındığı güvenli limanından, akıbetinin ne olacağını bilmediği açık denizlere gitmek isteyen bir gemi gibi ayrıldı Zeynep. Ani bir hareket ile sesin sahibine dönerken :
“Acaba kim olabilir? Tabi ki biricik kas hayvanım” dedi.
Her ne kadar tersini göstermeye çalışsa da sessinde içindeki mutluluğu yansıtan masum, insanın kulaklarına kadifeden yumuşak dokunuşlar yapan bir ton vardı, Kerem’in göğsüne birkaç hızlı ama kesinlikle can yakmak için vurulmamış yumruklar atarken.
“Aptal, kas hayvanı. Beni korkuttun.” Dedi.
Kerem biraz önce kendisine yumruklar savuran elleri avuçlarının içinde kaybolan bileklerinden kavradı. Salonun geniş camlarından sızan güneş ışıkları gözlerine vurup, tarifi zor minik pırıltılar yaratırken, doğanın harikulade bir mucizesi gibi kendinden birkaç adım uzaktaki Zeynep’e bakarak :
“Tanrım! Kıvır kıvır saçlarına vuran güneş ışığı beni ona karşı savunmasız barakan bir oyun olmalı. O ışıkları güneşin kendisinden bile güzel yansıtan gözleri nasıl bu kadar güzeller? Nasıl oluyor da onları görmediğim her saniye dünyayı tamamı ile karanlık bir çukur olarak görüyor, aldığım nefeslerin beni yaktığını hissediyorum. Benim ona karşı hissettiğim bu tarifi ne kelimelerle ne de insana ait herhangi bir şeyle açıklanamayacak hisler onun içinde karşılık taşıyor mu?
Utanmalıyım kendimden! Nasıl olurda ondan, onun bana karşı olan sevgisinden şüpheye teşebbüs ederim? Bütün damarlarımda, gözlerimde, kulağımda bende ve benden geriye kalan her ne varsa onda hissettiğim bu dünyalara sığmayacak hisler karşılıksız olabilir mi? Olamaz. Olmamalı. Onun ile tanışmasaydım bütün bir hayatımın anlamsız olacağının farkında olup Zeynep’i karşıma çıkaran kader, bu iyiliğini kat be kat daha büyük bir kötülük yapıp, hislerimin karşılıksız olması ile bedelini ödetebilir mi? Yapar mı bunu?
Dokunduğumda her defasında yandığım buna rağmen her seferinde dokunmayı arzuladığım bedenine bir gün dokunamazsam, ne yaparım? Lanet olsun! İşte o zaman, Sayer, Kerem Sayer taştan görüntüsünün arkasında sakladığı kırılgan, zayıf ruhu ile birlikte ölür. İşte o zaman benden geriye yalnızca donuk bakışlarım, yaralı ellerim ve ancak yürüyen cesedim kalır.
Tanrım! Onu seviyorum hem de nasıl seviyorum? Daha önce kimseyi, hiçbir şeyi sevmediğim, sevemediğim gibi seviyorum. Şimdi yalnızca iki adım ötemde duran, baktığımda en büyük zayıflığımın o olduğunu anlamaması için suçlu gibi bakışlarımı kaçırdığım bu kızı seviyorum. İrademin en kati şekilde reddettiği ne varsa yaptıran sesini, ellerimin içinde kaybolan ellerini, yalnızca ve yalnızca beni görmesini istediğim gözlerini seviyorum. Eğer onun için feda edebileceğim bir şey olsaydı, onun kadar değerli olduğunu düşündüğüm herhangi bir şey, ederdim. Ne yazık ki ya benim zavallı aklım böyle bir hediye bulamayacak kadar zayıf ya da gerçekten dünyada böyle bir mevcudiyet henüz yok.
Dokunmak istiyorum, dokunup onunda beni delicesine sevdiğini temas eden noktalarımızdan geçip bir birine karışan ruhlarımızın mutlu olmasını istiyorum. Ben onun parlayan gözlerine baktığım da onunkilerin yanına mütemadiyen yakıştıramadığım benim gözlerime baksın istiyorum. Ona ne kadar yaklaşırsam o kadar yanan, yanıp içimi kavuran nefesim, dudaklarımızın masum buluşmasında onun nefesine karışsın istiyorum. Kollarımın arasında başını göğsüme gömdüğünde, birkaç kelimeye sıkıştırdığım umutsuz ama en içten yasak bir dua ile yalvarıyorum ‘zaman hiç akmasın’ istiyorum. Dursun, sakin nefeslerinden güvende hissettiğini anladığım göğsümde uyusun, ben de bana verdiği eşsiz saadet hissi ile kokusunu ciğerlerim yanana kadar içime çekip, saçlarını öpeyim. Bana verdiği cesaret ile sakınmadan gösterdiği sevgisinden aldığım cesaret ile ona tenlerimizin birbirine temas etmesini engelleyen ne varsa kurtulmak, tek çaresinin bu kız olduğu aşk denen bu hastalığın en şiddetli halini gösterdiği aşk nöbetlerini yaşamak istiyorum” diye düşündü.
Ona baktığı bu zaman dilimi içerisinde kızın tarif edemediği duygular yaşatıp, bunca şey düşündürmesini başlı başına bir mucize saydı. İkisinin daima oynadıkları, asla oynamaktan vazgeçmek istemedikleri bir oyun süregeliyordu aralarında. Bu oyunda kaybeden taraf istekleri kabul eder, diğerine boyun eğerdi. Ona karşı zaafını gizlemek için çoğu zaman başvurduğu yola başvurdu, Kerem. Alay edercesine konuşmadan önce haylazlığını takındı.
“Korktun mu? Seni benden başka kim ayağına getirebilir, Gölyazı elması?”
Beni kıskanmasının, kendisinden başka herkesten kıskanmasının, ona karşı sergilediğim ufacık bir tehlikede dahi kendini gösteren koruma davranışını onunda bana göstermesinin başka bir açıklaması olabilir mi? Her ne kadar yaradılıştan barındırdığım asi benliğime ters düşen davranışları onun için sergiliyorken, onunda benim için aynını yapmasının açıklaması başka ne olabilir ki? Beni seviyor, hatta belki benim onu sevdiğimden daha fazla, belki benim asla erişemeyeceğim bir tutku ile seviyor. Bu yüzden ne zaman yalnız kalsak, ne zaman hem ruhlarımız hem bedenlerimiz bir birine en ufak bir temas fırsatı bulsa, tenimi yakan dokunuşlarını esirgemiyor benden.” diye düşüyordu.
Kendi içerisindeki düşüncelerinde Kerem’in kendisine olana aşkını bulmanın mutluluğu ile biraz olsun derse dönmeye karar verdi. Hoca hala biraz önce yazdığı formül hakkında öğrencilerin bütün dikkatinin kendisinde olduğunu varsayarak biraz tehdit içeren bir konuşma yapıyordu. Henüz anlattıklarının fazlaca değişip, kafasını karıştırmamasından kafasında ki bu uzun düşünceyi aslında ne kadar kısa sürede düşündüğünü anlayarak hayrete düştü. Tatlı hülyalar ile sonunda kendini mutlu hissettiren düşünceler içerisinde iken fazlaca kayıp yaşamamasını fırsat bilip derse dönmek istedi, fakat arzu, özlem ya da içerisinde bunları da barındıran birçok duygunun karışımından meydana gelmiş çok güçlü bir hissiyat ile kendine hâkim olamayarak Kerem’i düşünüyordu.
Birçok hadise karşısında kendisini kanıtlamış iradesini, ne kadar anlamsız gelse de ihtiyacı olduğu için hocanın anlattıklarına dönmek için kullandı. Fakat yazın yaklaşması ile sıcaklığını hissettiren güneş ışıklarından daha rahatsız ediciydi içindeki hisler; garip bir şekilde konsantre olmasını engelliyor, adeta gözlerinin önünde kocaman bir hayal sahnesi oluşturup Kerem ile geçirdiği tutku dolu dakikaları sahneliyordu. Bir müddet kendini zorlayarak karşı koymayı denese de sonunda usulca bedenini uyuşturan tatlı hülyaların sıcaklığına kendini bıraktı. Gözleri tahtada bir şeyler anlatamaya çalışan hocaya bakarken, çok farklı şeyler görüyor, gördükleri yüzünden zaman zaman gülümsemeye neden olurken çoğu zaman da sanki düşündüklerini etrafındakiler de biliyormuş gibi utanmasına sebep olup yanaklarında allıklar oluşmasını sağlıyordu. Kendisini saran hisler görme yetisinin yanında, işitmesini de ona fark ettirmeden elinden almak üzeydi ki, kapının çalındığını duydu.
“Knock! Knock! Knock!”
Kendisinin bile fark etmediğini hallere sebebiyet veren hayallerinden aniden gelen bu ses ile hızla uzaklaştı. Biraz önce gözlerinin önünde beliren kocaman bir sahnede başrol oynayan Kerem, şimdiye dek görmediği bir illüzyon gösterisinin kurbanı oldu; aniden kayboluvermişti. Gerçek dünyayı görmeye tekrar başlayan gözlerini, sınıfın kapısına çevirdi. Yan sınıftaki öğrencilerden birini gördü, çocuk kapıyı açar açmaz kendine bir benden büyük geliyormuş gibi duran kıyafetini düzeltmeye çalışarak :
“Hocam, Zeynep Yılmaz’ı Müdür Bey çağırıyor” dedi.
“Ne için çağıyormuş Zeynep’i?”
“Bilmiyorum hocam, spor salonunda beklediğini söyledi.”
“Peki, tamam. Zeynep kızım çıkabilirsin.”
Aklında uyanan soru işaretleri ile birlikte yerinden kalktı Zeynep. Sırasından kapıya doğru ilerlerken bakışlarının Melis ile karşılaşmamasına özen göstererek arkasına döndü. Omuzlarına dökülüp, yüzünün bir kısmını kapatan saçlarının ardından yere bakan gözlerinden, Yağmur’a “Ne olduğunu ben de bilmiyorum” diyen bir bakış attı. İstemediği yüzleri görmekten kaçmaktan belli edercesine, kesin ve hızlı bir hareket ile tekrar önüne döndükten sonra sınıftan çıktı.
Kısa, hızlı adımlarla spor salonuna doğru yürürken gelen haber ile birlikte tatlı hayallerden uyandığı için pek de mutlu olduğu söylenemezdi. “Babam beni neden durduk yere çağırmış olabilir” diye düşündü. Henüz yeni yeni söylemeye alıştığı “baba” kelimesine ne kadar yabancı olduğunu anlamasına neden oldu, bu düşüncesi. Kendine karşı oldukça dürüst olmaya çalışarak sorguladı; acaba sınıfta öylece durup Kerem’in bedeninin yüzünü kızartan hayallerini kurmayı, kendisi ne için çağırdığını bilmediği babasının yanına gitmekten daha mı çok istiyordu.
Spor salonuna ulaştığında kapıyı yavaşça aralayıp içeri uzattığı kafası ile etrafı kontrol ettikten sonra içeri girdi. Gözleri kendisini buraya çağıran kişiyi arıyordu. Kapıdan tamamı ile geçip içeri girdi. Hiç kimseyi göremeyişi ya da herhangi bir sesin olmaması ufak bir ürperme hissine neden oldu bedeninde. Gözleri hızlıca etrafta gezdirdikten sonra kötü bir şakanın kurbanı olduğunu düşünmeye başlamıştı ki, üzerlerini kaplayan derisine hiç yabancı olmadığını fark ettiği eller gözlerini kapattı. Arkasına dönüp bakmak için fırsat bulamamıştı, ya da kim olduğunu sormamıştı; biliyordu aslında görmeden, sesini duymadan gözlerini kapatan bu ellerin kimin olduğunu. Anladığı ilk andan itibaren içindeki anlık korku geçer geçmez, yüzünde bir gülümseme oluştu. Ellerini yavaşça gözlerini kapatan ellerin üzerine getirirken ensesinde saçlarının içinde dağılıp, ılık bir meltem gibi boynunu gıdıklayan bir nefes hissetti.
“Kerem bu. Dünya üzerinde başka hangi eller ebediyetten beri içinde var olduğuna inandığı tarifsiz hislerin uyanmasına neden oldu ki şimdiye dek? Olmadı. Başka hiçbir şey bu tarifini yapamadığım, göğsümden fırlayıp çıkacakmış gibi yoğun ve kuvvetli hisler yaşamama neden olmadı. Evet, belki daha öncede yakınlarıma, akrabalarıma, belki bir oyuncağıma yahut kedime karşı bir sevgi besledim, fakat hiçbiri ona karşı peyda olan hislerim ile boy ölçüşemez.” Diye düşündü.
Aklında kısacık bir an içerisinde dönen bu düşünce esnasında her yaslandığında kendisini dünyanın en güvenli yerindeymiş gibi hissettiren Kerem’in göğsünü hissetti sırtında. Sıcacık nefesini kızın boynuna üflerken hırıltılı bir ses ile :
“Bil bakalım ben kimim?” dedi Kerem.
Biraz önce sığındığı güvenli limanından, akıbetinin ne olacağını bilmediği açık denizlere gitmek isteyen bir gemi gibi ayrıldı Zeynep. Ani bir hareket ile sesin sahibine dönerken :
“Acaba kim olabilir? Tabi ki biricik kas hayvanım” dedi.
Her ne kadar tersini göstermeye çalışsa da sessinde içindeki mutluluğu yansıtan masum, insanın kulaklarına kadifeden yumuşak dokunuşlar yapan bir ton vardı, Kerem’in göğsüne birkaç hızlı ama kesinlikle can yakmak için vurulmamış yumruklar atarken.
“Aptal, kas hayvanı. Beni korkuttun.” Dedi.
Kerem biraz önce kendisine yumruklar savuran elleri avuçlarının içinde kaybolan bileklerinden kavradı. Salonun geniş camlarından sızan güneş ışıkları gözlerine vurup, tarifi zor minik pırıltılar yaratırken, doğanın harikulade bir mucizesi gibi kendinden birkaç adım uzaktaki Zeynep’e bakarak :
“Tanrım! Kıvır kıvır saçlarına vuran güneş ışığı beni ona karşı savunmasız barakan bir oyun olmalı. O ışıkları güneşin kendisinden bile güzel yansıtan gözleri nasıl bu kadar güzeller? Nasıl oluyor da onları görmediğim her saniye dünyayı tamamı ile karanlık bir çukur olarak görüyor, aldığım nefeslerin beni yaktığını hissediyorum. Benim ona karşı hissettiğim bu tarifi ne kelimelerle ne de insana ait herhangi bir şeyle açıklanamayacak hisler onun içinde karşılık taşıyor mu?
Utanmalıyım kendimden! Nasıl olurda ondan, onun bana karşı olan sevgisinden şüpheye teşebbüs ederim? Bütün damarlarımda, gözlerimde, kulağımda bende ve benden geriye kalan her ne varsa onda hissettiğim bu dünyalara sığmayacak hisler karşılıksız olabilir mi? Olamaz. Olmamalı. Onun ile tanışmasaydım bütün bir hayatımın anlamsız olacağının farkında olup Zeynep’i karşıma çıkaran kader, bu iyiliğini kat be kat daha büyük bir kötülük yapıp, hislerimin karşılıksız olması ile bedelini ödetebilir mi? Yapar mı bunu?
Dokunduğumda her defasında yandığım buna rağmen her seferinde dokunmayı arzuladığım bedenine bir gün dokunamazsam, ne yaparım? Lanet olsun! İşte o zaman, Sayer, Kerem Sayer taştan görüntüsünün arkasında sakladığı kırılgan, zayıf ruhu ile birlikte ölür. İşte o zaman benden geriye yalnızca donuk bakışlarım, yaralı ellerim ve ancak yürüyen cesedim kalır.
Tanrım! Onu seviyorum hem de nasıl seviyorum? Daha önce kimseyi, hiçbir şeyi sevmediğim, sevemediğim gibi seviyorum. Şimdi yalnızca iki adım ötemde duran, baktığımda en büyük zayıflığımın o olduğunu anlamaması için suçlu gibi bakışlarımı kaçırdığım bu kızı seviyorum. İrademin en kati şekilde reddettiği ne varsa yaptıran sesini, ellerimin içinde kaybolan ellerini, yalnızca ve yalnızca beni görmesini istediğim gözlerini seviyorum. Eğer onun için feda edebileceğim bir şey olsaydı, onun kadar değerli olduğunu düşündüğüm herhangi bir şey, ederdim. Ne yazık ki ya benim zavallı aklım böyle bir hediye bulamayacak kadar zayıf ya da gerçekten dünyada böyle bir mevcudiyet henüz yok.
Dokunmak istiyorum, dokunup onunda beni delicesine sevdiğini temas eden noktalarımızdan geçip bir birine karışan ruhlarımızın mutlu olmasını istiyorum. Ben onun parlayan gözlerine baktığım da onunkilerin yanına mütemadiyen yakıştıramadığım benim gözlerime baksın istiyorum. Ona ne kadar yaklaşırsam o kadar yanan, yanıp içimi kavuran nefesim, dudaklarımızın masum buluşmasında onun nefesine karışsın istiyorum. Kollarımın arasında başını göğsüme gömdüğünde, birkaç kelimeye sıkıştırdığım umutsuz ama en içten yasak bir dua ile yalvarıyorum ‘zaman hiç akmasın’ istiyorum. Dursun, sakin nefeslerinden güvende hissettiğini anladığım göğsümde uyusun, ben de bana verdiği eşsiz saadet hissi ile kokusunu ciğerlerim yanana kadar içime çekip, saçlarını öpeyim. Bana verdiği cesaret ile sakınmadan gösterdiği sevgisinden aldığım cesaret ile ona tenlerimizin birbirine temas etmesini engelleyen ne varsa kurtulmak, tek çaresinin bu kız olduğu aşk denen bu hastalığın en şiddetli halini gösterdiği aşk nöbetlerini yaşamak istiyorum” diye düşündü.
Ona baktığı bu zaman dilimi içerisinde kızın tarif edemediği duygular yaşatıp, bunca şey düşündürmesini başlı başına bir mucize saydı. İkisinin daima oynadıkları, asla oynamaktan vazgeçmek istemedikleri bir oyun süregeliyordu aralarında. Bu oyunda kaybeden taraf istekleri kabul eder, diğerine boyun eğerdi. Ona karşı zaafını gizlemek için çoğu zaman başvurduğu yola başvurdu, Kerem. Alay edercesine konuşmadan önce haylazlığını takındı.
“Korktun mu? Seni benden başka kim ayağına getirebilir, Gölyazı elması?”
Kerem’in oyunu kazanmak
için takındığı tavrı daha ilk andan itibaren anlamıştı Zeynep, kavradığı
bileklerinden onu kendine çeken Kerem’e sarıldı. Kerem takındığı tavrı, o da
takınarak karşılık verdi.
“Beni asla ayağına getiremeyeceğini biliyorsun değil mi? Ancak yalanlarınla kandırabilirsin beni, hile yaparak yapabilirsin dediğini.”
“Çok güzel, çok güzel… Bayaaaa seviyorsun sen beni Zeynep. İki dakika içinde hem yalancı hem hilekâr yaptın.”
“Seni sevdiğimi de nereden çıkardın sen şimdi?”
Konuşmasının devamını duymadan, her ne kadar
devamında geleceklerin kendisini mutlu edeceğini bilse de onu sevmediğinin
bahsi geçmesi anlık bir korku yaşattı Kerem’e.
“Sevmiyor musun?”
“Haha! Ben senden nefret ediyorum, aptal kas hayvanı. Hem de çok nefret ediyorum tahmin bile edemeyeceğin kadar çok.”
Biraz önce dikkate
almayacak kadar kısa bir süre için bile olsa yaşadığı korkusunda yanılmış
olmanın vermiş olduğu mutluluk ile kocaman gülümsemesini yüzüne alıp devam
etti, Kerem.
“Demek öyle, Zeynep Hanım. Demek benden çok nefret ediyorsunuz.”
Bu sözlerinin ardından ufak çaplı bir cezanın hiç de uzak olmadığının sinyallerini vermişti Kerem. Zeynep’in karşılık vermesine fırsat vermeden, bir hamlede kucağına aldı.
“Kerem, Kerem ne yapıyorsun?”
“Beni sevmediğini söyleyip, hiç ceza almadan kurtulabileceğini mi sanıyorsun?”
“Ne cezası? Kerem bak işim var. Tiyatro oyununa gitmem gerek. Bugün gösteri kontrolden geçecek.”
“Merak etme. Fazla uzun sürmeyecek.”
Lakayt bir itiraz içerisinde halinde kucağında kurtulmak istermiş gibi ayaklarını sallayan Zeynep’i banklardan birine getirdi. Kendi sırtını duvara verip oturduktan sonra kızı araladığı bacaklarının arasına alıp, dizine oturttu. Elleri, üzerine vuran güneş ışıkları ile iyice turuncu tonlara dönmüş Kerem’in saçlarını okşarken, anlamadığını belli eden bakışları ve ses tonu ile:
“Cezam nedir, Kerem Bey?” Dedi Zeynep.
Biri Zeynep’in bacağında, diğeri belinde olan ellerini yavaşça kızın bedeninde gezdirerek, kollarında kaybolan narin vücudunu kavradı. Kafasını göğüslerine gömüp, dışarıdan gören birinin hayatının ilk nefesini aldığını söyleyebileceği şekilde doyasıya kokusunu içine çekti Zeynep’in. Cezasını söyleyeceği kelimeleri ağzından dökmeden önce yavaşça kafasını kaldırıp, kısa bir süre gözlerinin içine baktığı kızın dudaklarını tutku ve şehvetten çok uzakta masumiyetini muhafaza eden bir öpücük kondurdu.
“Beni sevmeyen birini öpmekten daha kötü ne ceza verebilirim?”
“Bak, bak, bak! Canınız isteyince ne kadar da romantik olabiliyorsunuz siz, öküzlüğünüzden eser kalmıyor.”
“Eh! Tabi ben de kızları etkilemek için birkaç numara öğrendim.”
Zeynep, Kerem’in şaka yaptığından emindi, duygularını yansıtmayan kızgınlığını yapmacık şekilde yansıtarak, sırıtan Kerem’e cevap verdi.
“Öküz! Zaten sana yüz vermeye gelmiyor ki. Hemen şımar. Bak seni vururum Kerem. Ciddiyim o yellozu da vururum seni de…”
“Şşş. Sakin ol güzelim. Sakin ol senden başka kimseyi sevmediğimi, sevemeyeceğimi çok iyi biliyorsun değil mi?”
Zeynep duyduğu cevap karşısında sevinci her ne kadar kendini frenlemeye çalışsa da saklayamadı. Bir eli boynunda, diğer eli ile Kerem’in saçlarını okşarken, alnını alnına dayamadan önce onun masum öpücüğüne en az onun kadar masum bir öpücükle karşılık verdi.
“Biliyorum, kas hayvanı ve seni çok seviyorum.”
“Eh! Aksini söyleyen bir kız görmedim.”
“Keremmmmmmmmmmm… Şansını zorlama bence. Hem sen neden getirdin beni buraya onu söyle.”
“Tamam, güzelim tamam. Bugün öğleden sonra okul ile gidilen pikniğe geleceksin değil mi? ”
“Geleceğim, Yağmur çok ısrar etti.”
“Yağmur’u bilem ama ben istiyorum, geleceksin.”
“Bak! Bak! İnatlaşma istersen.”
“Tamam, tamam fena mı işte, beraber tekrar ormanda kayboluruz.”
“Tabi, bak şimdiden
söylüyorum uslu duracaksın.”
“Hmmmm! Bu konuda söz veremeyeceğim. Sen biraz önce tiyatro dedin değil mi? Ne tiyatrosu hani o senin karşında oynayan zibidi sakatlanmış mı ne olmuş, iptal olmuştu gösteri.”
“Ya hoca iptal olmasına razı olmadı, daha önceki okulunda bu oyunu oynamış bir çocuk varmış yeni gelmiş okula, onu dâhil etti.”
“Yeni çocuk mu? Benim okulumda. Kim bu çocuk? Nasıl biri?”
“Hmmmm! Bu konuda söz veremeyeceğim. Sen biraz önce tiyatro dedin değil mi? Ne tiyatrosu hani o senin karşında oynayan zibidi sakatlanmış mı ne olmuş, iptal olmuştu gösteri.”
“Ya hoca iptal olmasına razı olmadı, daha önceki okulunda bu oyunu oynamış bir çocuk varmış yeni gelmiş okula, onu dâhil etti.”
“Yeni çocuk mu? Benim okulumda. Kim bu çocuk? Nasıl biri?”
Kerem’in kıskançlığından kaynaklanan merakını fark etmesi hiç zor değildi, Zeynep için bu durumu acımasızca cezalandırdı.
“Tanımıyorum, hoş çocuk. Uzun boylu, şöyle fit vücutlu, sanırım sizin basket takımında oynayacakmış, adı Burak.”
Kerem kendine hâkim
olamayarak, yuttuğu kelimelerle karşılık verdi.
“Allaaam yareppim, hocaya bak ya, ben dövüyorum adam yenisini buluyor.”
“Ne? Ne? Kerem ne dedin sen?”
“Hiiiç…”
“Kerem yapmadım de, dövmedin değil mi çocuğu?”
Kollarının arasındaki
kızı onu ne kadar sevmek istediğini kanıtlamak ister gibi kendisine çekti.
Kollarını vücuduna biraz öncekinden daha sıkı dolayıp, kokusunu bir kez daha
içine çekti.
“Seni öptü Zeynep, uyardım onu seni öpmemesini söyledim. Dayanamam dedim.”
Zeynep bu kez gerçekten sinirlendiğini belirten yüz ifadesi Kerem’in kucağından kalktı. Kerem’in bu tabiatından kaynaklana kıskanma durumunu gerçekten çok seviyordu, fakat bunun ilerlemesinin ikisi içinde daha büyük sorun olacağını düşündüğü için bunları yapıyordu.
“Kerem yuh! Kıskanç olmayan cool adama ne oldu? Bak! Böyle bir şeyi yapamazsın, alt tarafı bir tiyatro oyunu nasıl döversin çocuğu.”
“Zeynep… Ben, ben yani biliyorum ama…”
“Ben tiyatroya gidiyorum, Kerem. Yaptığın hiçbir şeyi çözmediği gibi beni sinirlendirmeyi de başardın.”
Söylediklerinde ciddi olduğunu gösteren Zeynep arkasını dönüp, salonun kapısına doğru yürümeye başladı. Biraz önce tüm sevgisi ile kucağında alnına öpücük kondurup onu ne kadar sevdiğini söyleyen kızın ardından bakarken:
“Zeynep, Zeynep bak özür dilerim.” Dedi, Kerem.
Zeynep’in ne kadar inatçı, kızdığında ne kadar kararlı olabileceğini ondan daha iyi kim bilebilirdi? Bu kadar yakınken, tenine dokunup kokusunu her fırsatta içine çekerken kendinden uzaklaşmasına izin veremezdi. Arkasına bakamadan tiyatronun prova edileceği salona doğru ilerlemeye devam eden Zeynep’in peşine düştü. Salondan içeri girdiğinden Kerem’in arkasından geldiğini bilmiyormuşçasına kapıyı kapatan Zeynep’in peşinden salona girip, boş koltuklardan birine yerleşti.
Zeynep ile Burak sahnede yerlerini almış, provanın başlamasını bekliyorlardı. Zeynep, salonda sahneye yakın koltuklardan birine kurulmuş, kendisini izleyen Kerem’i gördüğünde bu oyunun içinde olmayı isteyip, istemediğini sorguladı. Oyun gereği Burak’ın kendisine yakınlaşması hatta bir tehlike çanlarının çalmasına sebep olabilecek bir öpücük vermesi gerekiyordu.
Kerem bir süredir gözlerini ayırmadan oyunu
izliyordu. Özellikle Burak ile Zeynep’in yan yana geldiği tüm sahnelerde
dikkati neredeyse Zeynep’ten çok Burak’ın üstündeydi. Çocuğun kumral dalgalı
saçları kulaklarını kapatacak kadar uzamış, hatta bazı saç telleri nedenini
bilmediği şekilde kızaran yanaklarına düşüyordu. Önceden spor yaptığını belli
eden atletik vücudunu kendisinin ki ile kıyasladı Kerem, bunu yaparken yeşil
gözlerinin de kaslı vücudu gibi kendininkilere benzediğinde karar kıldı. Çoğu
kız tarafından, dürüst olmak gerekirse cinsiyetine bakmaksızın çoğu kişi
tarafından oldukça yakışıklı bulanabilirdi rakibi. Kendisine benzeyen ve yahut
benzemeyen yanları ile kıyaslama yaptıkça, vücudu duygularını yansıtan tepkiler
göstermeye başlamıştı. Kıskançlığın bedeninde yayılıp, ele geçirdiği her saniye
dingin rengini koruyamayan yeşil gözleri giderek koyulaşıyor, kulakları
kızarıyor, saçları esrarengiz biçimde kızıl tonlarına bürünüyordu. Nefes alış
verişleri hızlanmış, sanki birkaç dakika öncesinden daha fazla oksijene ihtiyaç
duyuyormuş gibi daha derin nefesler almaya başlamıştı.
Kerem’in tedirginliğinin iyiden iyiye arttığı sahne gelmişti. Burak’ın çocuğu tanımadan nefret ettiği diğer her noktası gibi nefret ettiği dudakları Zeynep’i öpecekti. Bu sahneyi görürse kendine hâkim olamayacağından ve kontrolünü kaybedip sergilediği davranışların, kızdırdığı Zeynep ile aralarında yeni bir tartışma doğurmasından korkuyordu. Etrafında ne kadar temiz hava varsa patlayıncaya kadar içine çekmesi için emir verdi ciğerlerine ve gözlerini kapadı bir an için. Geçip gittiğini kurtulacağını sanmıştı, sinirlerini zıplatan cümleyi duymadan önce. Tiyatro hocası “Olmuyor, olmuyor! Burak oğlum, kızın sevgilisini oynuyorsun, duvarı öper gibi öpmesene şu kızı” dedi.
Zeynep’in yanaklarından dudaklarını ayırıp, birkaç adım geri çekilen Burak’ın ikinci bir öpücük için kendini hazırladığını görünce daha fazla dayanamayacağını anladı. Biraz önce sahip olduğu tüm korkular, şimdi kontrol edemediği kıskançlık duygusu altında eziliyor, kendisine hakim olmasını engelliyordu. Elleri ile oturduğu koltuğun kenarlarını sıktıktan sonra kendini tüm gücü ile ittirerek sahneye fırladı.
“Hop! Hop! Durun bakalım. Ne oluyoruz? Öpemez, yürüyün hadi işinize.”
Kırışmış suratının fazla belli edemediği şaşkınlığı yeterince gösteriyordu tiyatro hocasının sesi.
“Evladım ne oluyor? Neden öpemesin? ”
“Hocam bitti. Gösteri mösteri yok. Hadi, herkes dışarı hadi…”
“Kerem, oğlum bunu yapamazsın”
“Bu okulun kimin olduğunu unutuyorsunuz galiba. Hadi! Herkes dışarı.”
Kerem konuşmasını bitirdiğinde sessizliği mi seçtiği yoksa Kerem’in yaptıklarını son ana kadar görmeyi mi beklediği Zeynep’ten başka kimse kalmamıştı içeride.
“Kerem! Sen, sen ne yaptığını sanıyorsun.”
“Zeynep bak…”
“Ne Kerem? Ne diyeceksin? Nasıl yaparsın bunu…”
“Zeynep ben, ben kendime hâkim olamadım. Elimde değil.”
“Demek elinde değil. Ben paşamızın başkaları ile her yaptığına katlanıyorum ama.”
“Ne demek o şimdi?”
“Jane demek, mutfakta yapışık ikiz gibi yemek yaptığın sevgilini izlerken ben susuyordum demek. Yarı çıplak odanda gezince sinir krizleri geçirip, onu kapı dışarı etmiyorum demek.”
“Zeynep bak, abartıyorsun. Jane ile aramızda hiçbir şey olamayacağını biliyorsun. Gözlerimin sen başkasını göreceğine sen inanıyor musun?”
“Bilmiyorum, aynı soruyu sana sormalıyız bence. Sen başkası ile aramda bir şey olabileceğine inanıyor musun? Nedir bu yaptığın?”
Kerem’in tedirginliğinin iyiden iyiye arttığı sahne gelmişti. Burak’ın çocuğu tanımadan nefret ettiği diğer her noktası gibi nefret ettiği dudakları Zeynep’i öpecekti. Bu sahneyi görürse kendine hâkim olamayacağından ve kontrolünü kaybedip sergilediği davranışların, kızdırdığı Zeynep ile aralarında yeni bir tartışma doğurmasından korkuyordu. Etrafında ne kadar temiz hava varsa patlayıncaya kadar içine çekmesi için emir verdi ciğerlerine ve gözlerini kapadı bir an için. Geçip gittiğini kurtulacağını sanmıştı, sinirlerini zıplatan cümleyi duymadan önce. Tiyatro hocası “Olmuyor, olmuyor! Burak oğlum, kızın sevgilisini oynuyorsun, duvarı öper gibi öpmesene şu kızı” dedi.
Zeynep’in yanaklarından dudaklarını ayırıp, birkaç adım geri çekilen Burak’ın ikinci bir öpücük için kendini hazırladığını görünce daha fazla dayanamayacağını anladı. Biraz önce sahip olduğu tüm korkular, şimdi kontrol edemediği kıskançlık duygusu altında eziliyor, kendisine hakim olmasını engelliyordu. Elleri ile oturduğu koltuğun kenarlarını sıktıktan sonra kendini tüm gücü ile ittirerek sahneye fırladı.
“Hop! Hop! Durun bakalım. Ne oluyoruz? Öpemez, yürüyün hadi işinize.”
Kırışmış suratının fazla belli edemediği şaşkınlığı yeterince gösteriyordu tiyatro hocasının sesi.
“Evladım ne oluyor? Neden öpemesin? ”
“Hocam bitti. Gösteri mösteri yok. Hadi, herkes dışarı hadi…”
“Kerem, oğlum bunu yapamazsın”
“Bu okulun kimin olduğunu unutuyorsunuz galiba. Hadi! Herkes dışarı.”
Kerem konuşmasını bitirdiğinde sessizliği mi seçtiği yoksa Kerem’in yaptıklarını son ana kadar görmeyi mi beklediği Zeynep’ten başka kimse kalmamıştı içeride.
“Kerem! Sen, sen ne yaptığını sanıyorsun.”
“Zeynep bak…”
“Ne Kerem? Ne diyeceksin? Nasıl yaparsın bunu…”
“Zeynep ben, ben kendime hâkim olamadım. Elimde değil.”
“Demek elinde değil. Ben paşamızın başkaları ile her yaptığına katlanıyorum ama.”
“Ne demek o şimdi?”
“Jane demek, mutfakta yapışık ikiz gibi yemek yaptığın sevgilini izlerken ben susuyordum demek. Yarı çıplak odanda gezince sinir krizleri geçirip, onu kapı dışarı etmiyorum demek.”
“Zeynep bak, abartıyorsun. Jane ile aramızda hiçbir şey olamayacağını biliyorsun. Gözlerimin sen başkasını göreceğine sen inanıyor musun?”
“Bilmiyorum, aynı soruyu sana sormalıyız bence. Sen başkası ile aramda bir şey olabileceğine inanıyor musun? Nedir bu yaptığın?”
Kerem biraz sonra yapacaklarının sonucunu tahmin
edebilseydi teşebbüs bile edemezdi belki de. Sinirlendiğini belli edercesine
ellerini salladıktan sonra, sesini yükseltti. Ani bir hareket ile Zeynep’in
kolunu bileğinin hemen üstünden yakalamadan önce. Ona zarar vermeyi ya da
canını acıtmayı aklından bile geçirmemişti. Bu da çoğu zaman kontrol edemediği
öfkesine tabi olan anlık hareketlerinden biriydi. Ne söyleyeceğini düşünmemişti
ya da söylediklerinin Zeynep üzerinde nasıl bir etki yaratabileceğini tahmin
etmemişti.
“İkisi aynı şey değil. Hem artık lütfen şu konuya açma. Sıkıldım.”
Zeynep birden içinde kalbinin oralarda derinden gelen bir acının Kerem’in kolunu sıkan ellerinden daha fazla canını yaktığını hissetti. Göz bebekleri büyüdü, artık onunda sesi yükselmiş öfke ile yüklenmişti. Kollarını Kerem’in ellerinden kurtarmaya çalışarak:
“Nasıl şey değil? Sıkıldın mı? Kerem kolumu bırak, canımı acıtıyorsun kolumu bırak” dedi.
Kollarını Kerem’in ellerinden kurtardıktan sonra arkasını dönüp, hızlı kısa ama sık adımlarla çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Kerem hızlıca oradan uzaklaşan kızın arkasından bakarken biraz önce yaşananları sindirmeye çalışıyordu. Kırmış mıydı onu? Tenine dokunmak için yandığı, sabah, öğle ya da günün belli belirsiz herhangi bir saatinde görmek için can attığı kızın kalbini kırmayı nasıl başarmıştı? Affedemezdi kendini, hayır, affedemezdi. Kafasındaki belirsizlikti belki de onu en çok rahatsız eden. Tam olarak aralarında ne olmuştu? Sıkıldım demesine neden bu kadar sert tepki göstermişti Zeynep? Basit bir kavga olmadığı kesindi, fakat kafasında bunu nereye koyması gerektiğini de bilmiyordu ya da çözmek için ne yapması gerektiğini. Mutlaka bir yolu olmalıydı, yoksa bile kendisi bulmalıydı o yolu; kendini affettirmeliydi. Kendine olan kızgınlığı derinlerden, saklandığı yerden, gün yüzüne çıktı, zincirlerini koparmış bir canavar gibi.
“Hss….tr, Ne yaptın lan.. Gerizekalı ne yaptın?”
Kendi de öfkesinden nasibini aldıktan sonra, biraz sakinleşmek için kapıyı kapatıp boş salonda dinlenmeye karar verdi. Koltuklardan birine oturup arkasına yaslandıktan sonra:
“Yalvarırım Zeynep, yalvarırım affet beni. Seni seviyorum, anlayamayacağın kadar çok seviyorum. Her şeyden hatta kendimden bile çok seviyorum. ” dedi, daha çok bir hastanın ateşler içindeki sayıklamalarını andırır gibi.
<<<<<<<<<<<<<
3 Saat Sonra >>>>>>>>>>>>>>>>
Öğrenciler piknik için kendilerini alacak servisi beklemek için okul kapısının önünde toplanmıştı. Kerem ile aralarında geçenler nedeni ile düşünceli, neşesiz halini saklayamıyordu Zeynep. Öylece yere doğru uzun donuk bakışlar atarken Yağmur’un “Neyin var?” sorusunu duydu. Ciddiyetle sorulmuş bu soruya pek bir lakayt tavırla, geçiştirmeye çalışarak:
Öğrenciler piknik için kendilerini alacak servisi beklemek için okul kapısının önünde toplanmıştı. Kerem ile aralarında geçenler nedeni ile düşünceli, neşesiz halini saklayamıyordu Zeynep. Öylece yere doğru uzun donuk bakışlar atarken Yağmur’un “Neyin var?” sorusunu duydu. Ciddiyetle sorulmuş bu soruya pek bir lakayt tavırla, geçiştirmeye çalışarak:
“Hiç, dalmışım öyle” dedi.
“Öyle olsun bakalım, sonra anlaşılır nasılsa ne olduğu.”
Zeynep’in gözleri kalabalığın arasında Kerem’i ararken, piknik alanına gitmek için özel kiralanmış servis aracı geldi. Zeynep’in servise binmeden önce hala Kerem’i ararken, peşine taktığı Can ile birlik kalabalığı yararak geçip arabasına bindiğini gördü. Hemen arkasındaki Yağmura dönerek:
“Can gelmiyor mu?” dedi. Bu soruda Can yalnızca gerçek özneyi saklayan bir paravan olarak kullanılmıştı, asıl merak ettiği Kerem’in gelip gelmeyeceğiydi.
“Geliyor, beni bırakabilir balta girmemiş ormanlarda hiç? Kerem ile bir şeyler alıp, geleceklerini söylediler.”
Zeynep’in asık suratında aldığı cevap karşında hemen beliriveren mutluluğu görmek için pek çaba sarf etmeniz gerekmezdi.
Servis durduğunda Zeynep’in küçük bir şok
geçirdiği söylenebilirdi. Koca koca binaların arasında boğulup giden bir Şehir
olan İstanbul’da böyle yerlerin olduğuna görmeseydi, inanmazdı belki. Küçük bir
gölün etrafında, baharın gelmesi ile capcanlı yeşil renkleri ile yeri bir halı
gibi kaplamış çimenler, kocaman bir açık alan oluşturuyordu. Piknik için gelen
ziyaretçilerin rahatça yerleşebilmeleri için, gölün çevresindeki alana
masalalar yerleştirilmiş, masalardan görünen küçük gölün insanların keyfini
yerine getirmesi için göl özenle temizlenmişti. Birkaç saat önce geldiğiniz,
şehir içindeki yerleşim merkezlerindeki havayı düşündüğünüzde, buradaki havayı fazlaca
içinize çekip, hatta belki mümkünse saklayıp yanınızda getirmek
isteyebilirdiniz. Gölün çevresinde
epeyce yayılan geniş çimenlik alanın bitiminde, bir sınır teşkil eder gibi
aniden beliren kocaman ağaçlar vardı. Uzaktan bakıldığında tepesini gördüğünüz
ağaçlar birleşerek, yeşile boyanmış bir deniz görüntüsü veriyordu. “Böyle bir
yer seçtiği için Kerem’e bir teşekkür borçluyum” diye düşündü Zeynep, içten içe
özlediği Gölyazı’ya benzetmişti burayı.
Yağmur, Zeynep ve aralarında Burak’ında olduğu küçük bir grup üzerinde, sazların olduğu küçük gölün karşısında diğer masalardan biraz uzakta kalan bir masa seçti. Bu gibi eğlencelerde yemek işlerinin kızlara kalması kaçınılmaz bir gelenekti. Kızlar yanlarında getirdikleri çeşit çeşit yemekleri, sanki kısa süre sonra hepsi bozulmayacakmış gibi özenle yerleştirmeye başlamıştı. Zeynep uzakta park etmiş servisin yanına Kerem’in arabasının geldiğini fark etti. Saklanan kaçamak bakışları ile Kerem’i gözetlemeye çalışıp, bir yandan da masanın hazırlanmasına yardım ediyordu.
Zeynep’inde içinde bulunduğu kafile çoktan masadaki yerlerini almıştı. Dikdörtgen şeklinde tasarlanmış masanın dört yanında oturmak için hazırlanmış, iki uzun, iki tanede kısa bölümler vardı. Kerem masaya doğru ilerlerken bakışlarını gizleyen güneş gözlüklerini çıkardı. Adımları sakin sakin masaya doğru ilerken, uysallaşmayan bakışlarının biraz altında kasılan çene kaslarını fark etmek zor olmuyordu. Kalabalığın arasında gözlerini kısa aralıklarla gezdiriyor, fakat en can alıcı bakışlarını daima Zeynep’in üstünde tutuyordu. Masaya geldiğinde masanın başında diğerlerini rahatlıkla gören baş kısmına oturan Sedat’ın omuzlarına ellerini yerleştirdi. Keskin, sert ve fakat içerisinde bunları dağıtmak isteyen bir ciddiyetsizlik barındıran ifade ile:
“Hadi bakalım, Sedat başka masaya.”
“Ama abicim.”
“Uzatma Sedat, zıpla.”
Omuzundaki, canını giderek daha da yakmaya başlayan ellerin ne kadar ciddi olduğunu fark ettiğinde konuyu daha fazla uzatmadı Sedat. Kerem, Sedat’ın yerine kurulurken, bakışları masanın tamamın gezinir gibi yapsa da çoğunlukla karşılıklı oturan Burak ve Zeynep’in üzerinde duruyordu. Yemekler yenilmeye başlandığında Zeynep’in gözleri Kerem’in en ufak davranışlarını yakalamaya çalışsa da, bunu etrafındakilere belli etmeden yapması hiç kolay olmuyordu. Kerem’inde kendisini aynı şekilde takip ettiğinden emindi aslında ve aralarındaki gerilimi tırmandıracak bir hadisenin gerçekleşmesinden korkuyordu. Hayatta çoğu zaman belki ara sıra lakaytça bir ifade ile istemediğimiz olayların başımıza gelmesinden yakınırız. Zeynep için de bu durum gerçekleşmez üzereydi, farkında olmadan elini masanın ortasında duran hamur işi bir yiyeceğe uzattığında. Bakışları Kerem’in gözlerine kenetlenmişken, sert derisinden bir erkeğe ait olduğunu anladığı yabancı bir el hissetti ellerinde. Burak’ta kaderin bir cilvesi mi yoksa tamamen kendi iradesi ile sergilediği bir hareketle ile mi aynı anda, ellerini almaya çalıştığı bu yiyeceğe uzanmıştı? Kerem’in her hareketini takip ettiğini bildiği için normalde bu kadar tepki vermeyeceği halde panikle ellerini çekti. Eğer olaylardan habersiz olduğunu bilmeseydi Burak’ın bugün Kerem ile arasında kriz yaratmak için özel bir çaba sarf ettiğini söyleyebilirdi. Zeynep’in hareketini fark eden Burak, Kerem’in olduğu tarafa kısa ama çok şeyleri görmüş gibi bir bakış attıktan sonra Zeynep’e elindekini uzatarak:
Yağmur, Zeynep ve aralarında Burak’ında olduğu küçük bir grup üzerinde, sazların olduğu küçük gölün karşısında diğer masalardan biraz uzakta kalan bir masa seçti. Bu gibi eğlencelerde yemek işlerinin kızlara kalması kaçınılmaz bir gelenekti. Kızlar yanlarında getirdikleri çeşit çeşit yemekleri, sanki kısa süre sonra hepsi bozulmayacakmış gibi özenle yerleştirmeye başlamıştı. Zeynep uzakta park etmiş servisin yanına Kerem’in arabasının geldiğini fark etti. Saklanan kaçamak bakışları ile Kerem’i gözetlemeye çalışıp, bir yandan da masanın hazırlanmasına yardım ediyordu.
Zeynep’inde içinde bulunduğu kafile çoktan masadaki yerlerini almıştı. Dikdörtgen şeklinde tasarlanmış masanın dört yanında oturmak için hazırlanmış, iki uzun, iki tanede kısa bölümler vardı. Kerem masaya doğru ilerlerken bakışlarını gizleyen güneş gözlüklerini çıkardı. Adımları sakin sakin masaya doğru ilerken, uysallaşmayan bakışlarının biraz altında kasılan çene kaslarını fark etmek zor olmuyordu. Kalabalığın arasında gözlerini kısa aralıklarla gezdiriyor, fakat en can alıcı bakışlarını daima Zeynep’in üstünde tutuyordu. Masaya geldiğinde masanın başında diğerlerini rahatlıkla gören baş kısmına oturan Sedat’ın omuzlarına ellerini yerleştirdi. Keskin, sert ve fakat içerisinde bunları dağıtmak isteyen bir ciddiyetsizlik barındıran ifade ile:
“Hadi bakalım, Sedat başka masaya.”
“Ama abicim.”
“Uzatma Sedat, zıpla.”
Omuzundaki, canını giderek daha da yakmaya başlayan ellerin ne kadar ciddi olduğunu fark ettiğinde konuyu daha fazla uzatmadı Sedat. Kerem, Sedat’ın yerine kurulurken, bakışları masanın tamamın gezinir gibi yapsa da çoğunlukla karşılıklı oturan Burak ve Zeynep’in üzerinde duruyordu. Yemekler yenilmeye başlandığında Zeynep’in gözleri Kerem’in en ufak davranışlarını yakalamaya çalışsa da, bunu etrafındakilere belli etmeden yapması hiç kolay olmuyordu. Kerem’inde kendisini aynı şekilde takip ettiğinden emindi aslında ve aralarındaki gerilimi tırmandıracak bir hadisenin gerçekleşmesinden korkuyordu. Hayatta çoğu zaman belki ara sıra lakaytça bir ifade ile istemediğimiz olayların başımıza gelmesinden yakınırız. Zeynep için de bu durum gerçekleşmez üzereydi, farkında olmadan elini masanın ortasında duran hamur işi bir yiyeceğe uzattığında. Bakışları Kerem’in gözlerine kenetlenmişken, sert derisinden bir erkeğe ait olduğunu anladığı yabancı bir el hissetti ellerinde. Burak’ta kaderin bir cilvesi mi yoksa tamamen kendi iradesi ile sergilediği bir hareketle ile mi aynı anda, ellerini almaya çalıştığı bu yiyeceğe uzanmıştı? Kerem’in her hareketini takip ettiğini bildiği için normalde bu kadar tepki vermeyeceği halde panikle ellerini çekti. Eğer olaylardan habersiz olduğunu bilmeseydi Burak’ın bugün Kerem ile arasında kriz yaratmak için özel bir çaba sarf ettiğini söyleyebilirdi. Zeynep’in hareketini fark eden Burak, Kerem’in olduğu tarafa kısa ama çok şeyleri görmüş gibi bir bakış attıktan sonra Zeynep’e elindekini uzatarak:
“Zeynep ‘çiğim sanırım bundan istiyorsun, al bakalım” dedi, yüzündeki karşı tarafı cezbetmeye çalışan gülümsemesi ile.
Kerem sağ eli ile masanın oturduğu kısmını sıkarken, farkında olmadan saldığı sol kolunun hemen yanında oturan Can’a çarptığını anlamadı. Kafasını hafifçe aşağı doğru eğdikten sonra Burak’ın uzattığı hamur işini alan Zeynep’e sert bir bakış atıp, şişen göğüs kafesini herkesin görmesini sağlayacak kadar derin bir nefes aldı.
“Zeynep’ çiğim? Ne zaman bu kadar yakın oldular. Zeynep kaç kez görüştü bu zibidi ile? Bütün okul benim sevgilim olduğunu bildiği halde bu cesareti nereden buluyor? Acaba fazla mı abartıyorum. İçimdeki bu dizginleyemediğim his, yalnızca kıskançlık mı? Bir ihtimal var mı? Zeynep’in ondan hoşlanmasının bir ihtimali var mı? Hayır, hayır onu sevemez, onu sevmeyi aklından bile geçirmemeli. Kaybolurum o zaman, ölürüm. ” diye düşündü.
Kafasını yavaşça yanında oturan Can’ın kulağına uzatıp, kimsenin duymamasını isteyerek bir şeyler sorduğunu gördü Zeynep. Ne söylüyordu Kerem? Kendisi ile bir ilgisi var mıydı? Ya da olmaması mümkün müydü? Can’ın pek te umut vaat etmeyen bir şekilde eli ile Kerem’i uyardığını fark etti. Kerem’in biraz önce çektiği kafasını tekrar Can’ın kulağına yaklaştırarak, ilkinden daha sert bir şekilde sorduğunu gördü. Can teslim olduğunu belli eden bir ifade ile Kerem’in kulağına birkaç kelime fısıldadı. Can’dan istediği cevabı alan Kerem yaşadığı kıskançlık, öfke, sevgi gibi yoğun karmaşık duyguların hepsini olmasa da ufak bir kısmını anlatan bakışlarını son kez Zeynep’e doğrulttuktan sonra kalktı ve yavaş adımlarla uzaklaştı.
Zeynep istemsizce gerçekleşen bu olayın Kerem’in gözünde öyle görünmediğinin farkındaydı. Bu güzel manzara ile çevirili yere gelmeden önceki gibi suratı tekrar asıldı, kollarını göğüslerinin atında birbirine kenetledi. Yavaşça yerinden kalkıp Yağmura dönerek:
“Ben biraz dolaşacağım” dedi.
“Zeynep ben de geleyim seninle. Tek başına nereye gideceksin, bilmediğin, etmediğin ormanda?”
“Yok, tek başıma yürümek istiyorum biraz.”
“Fazla uzaklaşma bari, bak telefon falan çekmez seni aramak ile uğraştırma bizi.”
“Merak etme. Ben kendi başımın çaresine bakarım.”
“Ya bilmez miyiz, senin başının çaresine bakmaların meşhurdur.”
Zeynep Yağmurdan aldığı bu son alaylı cevaba karşılık vermeden ormana doğru ilerlemeye başladı.
“Kerem nereye gitti? Suçlusu ben miyim? Hayır, kesinlikle, abartan kendisi. Peki, öyleyse neden hayatımın en büyük hatasını yapmış gibi hissediyorum. Neden haklı olmanın rahatlığını yaşamıyorum. Daha önemlisi, içimi parçalayan bu garip dikenli şey de ne? Onu içinden atmadığım her saniye, acısını daha fazla yaşamamı istermiş gibi içimi parçalayan bu şeyden nasıl kurtulabilirim?
Gidip özür mü dilemeliyim? Hayır, asla, bunu yaparsam kendimi haksız duruma düşürmüş olurum. Yaptığının mazeretinin olmadığını anlamalı. İçten içe ona dokunmak için her şeyi feda etmeye hazır olsam da, dokunamadığım her saniye kalbim daha yavaş atsa yavaş yavaş öldüğümü hissetsem de olmaz. Boyun eğemem. Eğmemeliyim, benim bunu yapmamı kendisi bile istemez, bundan eminim. Ama canım yanıyor, asi karakterimin arkasına sakladığım kırılgan kalbim acıyor, kırılıp, batıyor içime.
Tanrım! Onu seviyorum, hem de bir insana yüklemenin haksızlık sayılacağı kadar büyük bir sevgi ile seviyorum. İhtiyacım olduğu, onun da beni sevdiği için değil, o beni sevmese bile seviyorum onu. Korktuğumda beni kollarının arasına almasını seviyorum. Nefesi, nefesime değdiğinde içimin yanmasını, alnına alnıma koymadan öpüp sıcacık dudakları ile aşkını yazmasını seviyorum. Mümkün olsaydı eğer ya da olmasa dahi bana ayrılma deseydi beni kolları ile sarıp göğsüne yatırdığında bir ömür onunla yaşardım. Bundan o kadar eminim ki, en az ona olan aşkımın büyüklüğü kadar eminim.” Diye düşündü.
Daha önce kaç kişinin bu güzelliği fark ettiğini merak ettiği ormanda, Kerem ile aralarında yaşananları düşündüğünden dalıp epeyce ilerlemişti. Güneş ışıkları baharın, bitimi yazın başlangıcı ile arttırdığı etkisini yeşil yapraklar üzerinde gösteriyordu. Piknik alanından ormanın içine doğru ilerledikçe önceleri küçük biçimsiz olan kayalar büyümüş, ayaklarının altında ezdiği çalılar gürleşmiş, kocaman ağaçların aralarından bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Kafasındaki gözlerle birlikte yalnızca bir şeylere çarpmamak için çalışırmış gibi açık kalan gözleri dalıp gitmişti. Gözlerini yerden kaldırdı. Yağmur’un uyarılarına kulak asmadan Piknik alanından bir hayli uzaklaştığını fark etti. Önünde ağaçların seyrekleşip, yemyeşil çimenlere açık alan yarattıkları bir yer fark etti. Geri dönmeden önce dalları sarkıp bir etek görüntüsü yaratan ağacın altıdan biraz dinlenmenin iyi olacağına karar verdi.
Ağacın altına geçip serin gölgesinde
ayaklarını uzattığı anda, huzur için kapadığı gözlerini açmasına neden olan bir
çıtırtı duydu. Sakin davranmaya çalışarak ayağa kalktığında gördüğü yüz her ne
kadar belli edemese de onu sevindirmişti.
“Kerem.”
Dengesiz attığı birkaç ufak adım ile sallanarak Zeynep’e doğru ilerledi Kerem. Kelimeleri daha önce olmadığı kadar yuvarlayarak konuşmaya çalıştı, fakat kız yalnızca kendi adını söylediğini anladı aralarından.
“Zeyneaap, Zeyneaaap ben.”
Önceden gördüğü bu hareketleri çözmek hiç zor değildi, Zeynep için. Sinirlenerek karşılık verdi.
“Kerem. Sarhoş musun sen? Ne bekliyorum ben? Ne bekliyorum ki senden, kas hayvanı.”
Hemen oracıkta devrilecekmiş gibi attığı adımlarla aralarındaki mesafeyi iyice kapatan Kerem, Zeynep’in karşısına dikildi. Onu bu hale getirenin içine akan birkaç yudum içkiden daha etkili bir şey; kıza olan aşkı olduğunu biliyordu.
Aşk en güçlü içkidir. Kalpten kalbe içilir; gözleriniz görmez, kulaklarınız duymaz hatta ölebilirsiniz -Atarlı-
“Zeyneaap bak dinle.”
Zeynep karşılık verdi, konuşmasını kesip atan yüksek sesi ile:
“Neyi? Neyi dinleyeceğim Kerem. İçmiş karşıma gelmişsin bir de.”
Zeynep söylediklerini duymuyormuşçasına karşısında dikilip, gözlerinin içine bakan Kerem’e baktı. Sallanan vücudunun aksine kendisine kilitlenmiş, yeşil gözlerine baktı; Dünya üzerinde onların kendisine bakmasından daha değerli bir şey olmadığını düşündüren. Onu hemen şimdi affetmek istiyordu, delicesine sarılıp öpmek, göğsüne kafasını yaslamak, fakat kendinin de hakim olmadığı bir şey onu engelliyordu. Sanki biraz daha beklemeliydi. Boğun eğmemeliydi. Gururuna mı yeniliyordu? Yoksa hislerine mi güvenmeliydi.
İçkinin de yardımı ile oluşan garip bir gevşeme ile Zeynep’e bakarken Kerem:
“Gözlerine bak. Tanrım ne kadar güzeller. Peki ya, korkup uzanamadığım dudakları, saçları. Ya daha da kötü yaparsam her şeyi. Ya bir daha asla düzelmeyecek şekilde bozarsam. Korkuyorum, işte bundan çok korkuyorum. Onu kaybetmekten korkuyorum hem de hayatımda daha önce olmadığı kadar çok korkuyorum bundan. Dokunmak istiyorum ona belki korkumdan daha fazla. Dokunmalıyım, öpmeliyim belki konuşamadıklarımı anlatabilirim o zaman” diye düşündü. Ani bir hareketle Zeynep’e sarıldı. Beline doladığı kolları ile kendine çektiği kızın omzuna kafasına gömüp, gözlerinde ondan başka hiç kimsenin görmeyeceğine yemin ettiği gözyaşlarından birkaç damla akıttı. Kokusunu içine çekti, belki son kez kokusunu alacağım diyordu, biraz sonra ağzından öylece, planlamadan, düşünmeden yalnızca aşk ile içindeki alev alev yanan saf aşk ile dökülen kelimelerden önce.
“Zeyneaap… Bak ben, ben konuşamam. Sana belki hiç anlatamam kendimi, şiirler yazmayı bırak iki güzel cümle bile kuramam. Ama seni çok seviyorum Zeynep, ” Konuşmasına kıza daha sıkı sarılıp, kokusunu tekrar içine çekerek devam etti:
“Seviyorum anlatamayacağım kadar hatta anlayamayacağın kadar çok seviyorum. Bazen kendimden bile kıskanacak kadar çok seviyorum. Korkuyorum Zeynep, sen benden uzaklaşınca, seni başkasının yanında görünce deli gibi korkuyorum. Gözlerimin önünde geleceğimin karardığını, dünyanın kapkaranlık olduğunu görüyorum. Bundan korkuyorum, ben seni asla görememekten, küçük bir çocuk gibi korkuyorum; Annesinin onu bırakıp, gitmesinden korkan küçük bir çocuk gibi.
Senin de beni sevdiğini biliyorum. Ya da bilmiyorum hissediyorum fakat hayatta bildiğim bütün gerçeklerden daha gerçek bir his ile hissediyorum. Beni sevdiğin için sevmiyorum seni, bunun umudunu beslediğim içinde sevmiyorum. Seviyorum, sadece seviyorum ne anlatabileceğim ne gösterebileceğim kadar çok seviyorum.”
Omzuna akıttığı yaşlar ile söylediklerinin doğru olduğunu biliyordu Zeynep. Aman Tanrım! Kendi düşünceleri değil miydi bunlar? Daha bu sabah aynılarını düşünüp, onun nasıl neden sevdiğini açıklayamamış mıydı? Aşk bu değil miydi zaten; Farklı bedenlerde, farklı düşüncelerde birbirini tamamlayan iki farklı ruhun birleşmesi değil miydi? Şimdi daha iyi anlıyordu ona en ufak meselede dahi neden bu kadar kızdığını. Öfkesini- sıradan birine kızdığında olduğu gibi olmayan içinden gelen saf öfkesini- ancak ona gösterebilirdi. Onundu öfkesi, içinde sakladığı bir duygusuydu ve öyle gizli bir duygusunu ancak Kerem’e gösterebilirdi. İlk gördüğünden beri kâinatın başından beri tanıdığını iddia edebileceği bu adama.
Aralarında meydana gelenler içlerine sığmayan, tutkuyu, şehveti, özlemi, aşkı ve birçok duyguyu birbirleri için yanıp tutuşan bedenlerinin sıcaklığı ile buharlaştırıp gökyüzüne çıkarmıştı sanki. Buharlaşarak yükselen bu duygular, yaramaz birkaç meleğinde dikkatini çekmiş olmalıydı. İstediklerinden daha fazlasını buldukları malzemeleri alıp, bir damla aşk, iki damla tutku diyerek birbirine karıştırıp “ilahi bir şerbet” hazırlıyordu, bu eğlenerek izledikleri iki insan için. Sonunda kudretin ilahi kaynağından gelmişti emir. Güneş’in dağıttığı bulutlar toplanmıştı, kararak. Biraz önce onların bir araya gelmesi gibi gökyüzündeki kara bulutlarda bir araya geldi. Onlar gibi karıştılar, sarıldılar birbirlerine aniden. Hazırlanan ilahi şerbetin ilk damlaları düştü Zeynep ile Kerem üzerine.
Düşen ilk damlayı omuzlarında hissettiğinde Zeynep’ten ayrılmaya karar verdi Kerem. Kızı sarmaladığı kollarını yavaşça gevşetti ve sözlerine bir cevap vermeyen Zeynep’ten arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. İki yana salladığı ellerinden birini havaya kaldırarak:
“Kerem…” dedi, sadece Zeynep.
Şiddetini artırarak saçlarına düşen yağmur damlaları kıvırcık saçlarını düzleştirip omuzlarına döküyordu. Kerem durdu. Sarhoşluğun etkisi Zeynep’in ağzından dökülen isminden sonra bir anda ortadan kalkmış gibi keskin ve ani bir hareket ile döndü. Zeynep’in gözlerini gördü; soğuyan havanın aksine onu hapsedip, yakan, yanan gözlerini gördü. Onlarca cümle kurmamıştı. Şehvetini, aşkını, arzusunu, üzüntüsünü, özlemini anlatmak istediği her şeyi titreyen dudaklarından döktüğü tek bir kelimeye sığdırmıştı: Kerem.
Attığı hızlı birkaç adım ile aralarındaki mesafeyi tekrar kapadı Kerem. Yağmur damlaları alnından başlayıp yüzünde kayıyor, dudaklarının sıcaklığında buharlaşıyordu sanki. Düşen ilahi şerbetin her damlası onları kamçılamak için nispet yapar gibi üniformalarını bedenlerine yapıştırıyordu. Bir kolunu Zeynep’in beline doladıktan sonra diğer elini omzuna koyup ittirerek Zeynep’i arkasında ki ağaca yasladı. Kısacık sadece kısacık bir an göz göze gelmeleri her şeyi yakmaya yetmişti. Saçlarına düşen yağmur damlaları turuncu saçlarını kızılın en koyu tonuna boyamıştı. Gözleri ne zaman duyguları yoğunlaşsa yaptığı gibi yeşilin koyu tonlarına geçiş yapmıştı. Gözlerine bakarken, uzun bir süre nefes ihtiyacı duymak istemiyormuş gibi derin bir nefes aldı. Dudaklarını aralayıp, sırtını ağaca iyice yapıştırdığı kızın dudaklarına yapıştırdı. Kızın dudaklarından kendine bir parça almak istermiş gibi, sanki onları daha önce öpmemiş gibi öptü. Aynı şekilde karşılık alması birkaç bardak içtiği içkinin sarhoşluğundan daha fazla sarhoş etmiş, vücudunda göğsünün altından ince ince yayılarak yanaklarını, dudaklarını kızartıncaya kadar devam eden sıcak bir mutluluk hissinin yayılmasına sebebiyet vermişti.
Ellerinden biri göğüslerini avucunun içine almış, avuç içinde kaybetmeye çalışıyormuş gibi okşuyordu. Diğer elini kızın belinden önce kalçalarına oradan da eteğinin altına sarkıttı. Yaramaz birer çocuk olan elleri mütemadiyen uslu durmazken, kızın dudaklarından yanağına, oradan boynuna kaydırdı hepsi birer kızgın kor olan öpücüklerini. Kızın eteğinin altına sarkan elleri, Kerem’den başka kimseye müsaade tanınmayan Zeynep’in en kuytu köşesini çoktan bulmuştu. Kerem’in dudaklarını dudaklarından çekip, boynuna indirmesi ile ufak bir fırsat bulan Zeynep bir nefesten sonra inlemeye başladı. Bedenine yayılan bu hazzı ancak Kerem sağlayabilirdi, bu dünyada ya da başka birinde.
Kafasını kızın göğüslerinin arasına gömüp, bedeninde dolaşan ellerini göğüslerinin üstüne getirdi Kerem. Adına gömlek denen, kendisini engelleyen bu kumaş parçasından kurtulmak istiyordu, sonunun nereye varacağını düşünmeden. Birkaç düğmesi açık olan gömleği iki yanından kavradı Kerem. Kaslı kollarının yaparken hiç zorlanmadığı bir görevdi; gömleği iki yana çekerek düğmelerini koparmak. Aynısını Kerem’in gömleğine yapmak istedi Zeynep fakat bunu yapamazdı, gene de elinden geldiğince hızlı gömleğin düğmelerini çözdü. Bir engelden kurtulduğunda karşısına yenisinin çıkması kamçılamıştı tekrar Kerem’i; kızın sutyeni. Neyse ki aşması çok zor olmayan bir engeldi bu onun için. Birkaç ufak hamleden sonra ab-ı hayatı* arayan dudakları ile kızın göğüsleri arasında hiçbir engel kalmamıştı. Gökyüzünden dökülen yaramaz meleklerin ilahi şerbeti ikisinin dudaklarında tenlerinin daha önce almadıkları bir tadını bırakıyordu. Zeynep bir eli omzunda olduğu Kerem’in diğer eli ile saçlarını karıştırırken çocuğun göğüslerine gömdüğü kafasını, düşen damlaları buharlaştırmak istermiş gibi yanan dudaklarından gelen sıcacık bir öpücük ile süsledi.
Ona dokunamadığı, hissedemediği her anın acısını çıkarmak ister gibi, sert bir hareket ile kollarını beline doladığı kızı kendine yapıştırdı Kerem. Kafasını kaldırıp minik bir göz temasından sonra dudaklarını tekrar kızın dudaklarına yapıştırırken, kızı yasladığı ağaçtan ayırdı. Kolları ile hafifçe ayaklarını yerden kestiği kızı, yağmurdan altı çamur olmuş çimlerin üstüne hiçbir şeye aldırmadan yatırdı. Zeynep’in üzerine verdiği ağırlığı kızı daha da çamura gömüyor, kendisi de asla uslu durmayan elleri nedeni ile çamurdan nasibini alıyordu. İkisi içinde vücutlarına düşen bu ilahi şerbetin altında çamurun, kirlenmenin ya da kendilerinden başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Onlar sadece bedenleri bir araya gelmiş iki insan değildi. Ruhları da bütünleşiyordu, ne zaman birbirlerine dokunsalar olduğu gibi.
Kızın dudaklarından dudaklarını ayırıp biraz önceki rotayı izleyerek; boynuna oradan göğüslerine getirdi tekrar. Her öpüşünde kızın yükselen inlemeleri öpücüklerini tekrarlaması için geri çevrilemez bir davetti. Göğüslerindeki ellerinden birini çekerek kızın eteğinin altına ilerletip, iç çamaşırını buldu. Kavradığı çamaşırını, kızın bacaklarından kaydırarak aşağı çekti. Zeynep, aralarındaki ahengi bozmadan Kerem’in hareketine karşılık vererek çocuğun sertleşen uzvunu zapt etmekte zorlanan pantolonunun düğmelerine getirdi ellerini. Daha önce alışık olduğu çözme işlemini vakit kaybetmeden yerine getirdi. Görevini tamamladıktan sonra tekrar, Kerem’in sert derisini hissetmek istedi elleri; dolaşmaya başladı çocuğun vücudunda. Kerem fırsat verdiğinden kesik, sıcak ve heyecanlı nefeslerinin arasına inlemeleri sıkışıyordu.
Kerem bedeninin en tabii dürtüleri ile istediği birleşmeyi gerçekleştirmeden önce, kafasını kaldırıp Zeynep’in gözlerine baktı. Kendi hissettiği aynı heyecan, aynı duygu, aynı şehvet ve arzular onun gözlerinde de vardı. Onunda bu birleşmeyi kendisi kadar çok istediğinin kanıtıydı bu tutku dolu bakışlar. Kerem, dudaklarını tekrar dudaklarına bastırdığında, çocuğun sert, sıcacık uzvunun kendi vücudunun bir parçası olduğunu hisseti Zeynep. Kerem’in dudakları dudaklarından yavaşça göğüslerine doğru kayarken, çocuğun kendini makine gibi tekrar eden ileri- geri şeklindeki ritmik hareketine başladığını fark etti. Dişleri ile dudaklarını ezdi, fakat bu ceza inlemelerini durdurması için kendine verebileceği umutsuz bir ceza idi; kendine engel olamadı, inledi. Düşen, düşüp çıplak bedenlerinde kayarak yanıp kül olmayı isteyen bedenlerini soğutan ilahi şerbetin damlaları sadece bedenine değil ruhlarına da dokunuyordu. Kerem’in bütün kasları kasılmış, yüzündeki yağmur damlalarının arasına terler karışmıştı. Boynundaki damarlar sertleşerek şişmiş, gözleri yeniden yeşilin koyu tonlarını almıştı. Kızaran yüzünün içinde parlayan yeşil gözleri ile Zeynep’e baktığında ikisinin de bedenlerinin uygun zamanın geldiğini söyleyen sinyalleri verdiğini anladı. Kerem dudaklarına dudaklarını tekrar getirdiğinde gökyüzünden üzerlerine düşen ilahi şerbet damlalarının hiç kayba uğramadan çocuğun içinde biriktiğini oradan da kendi içine aktığını fark etti Zeynep.
Yanına yığılan Kerem, hiç vakit kaybetmeden onu göğsünün üstüne çektiğinde kafasını kaldırıp Kerem’in kulağına fısıldadı Zeynep.
“Ben de seni seviyorum.”
SON
*ab-ı hayat: orta doğu mitolojisinde yaşam iksirini, taşıyan hayat suyu.
“Kerem.”
Dengesiz attığı birkaç ufak adım ile sallanarak Zeynep’e doğru ilerledi Kerem. Kelimeleri daha önce olmadığı kadar yuvarlayarak konuşmaya çalıştı, fakat kız yalnızca kendi adını söylediğini anladı aralarından.
“Zeyneaap, Zeyneaaap ben.”
Önceden gördüğü bu hareketleri çözmek hiç zor değildi, Zeynep için. Sinirlenerek karşılık verdi.
“Kerem. Sarhoş musun sen? Ne bekliyorum ben? Ne bekliyorum ki senden, kas hayvanı.”
Hemen oracıkta devrilecekmiş gibi attığı adımlarla aralarındaki mesafeyi iyice kapatan Kerem, Zeynep’in karşısına dikildi. Onu bu hale getirenin içine akan birkaç yudum içkiden daha etkili bir şey; kıza olan aşkı olduğunu biliyordu.
Aşk en güçlü içkidir. Kalpten kalbe içilir; gözleriniz görmez, kulaklarınız duymaz hatta ölebilirsiniz -Atarlı-
“Zeyneaap bak dinle.”
Zeynep karşılık verdi, konuşmasını kesip atan yüksek sesi ile:
“Neyi? Neyi dinleyeceğim Kerem. İçmiş karşıma gelmişsin bir de.”
Zeynep söylediklerini duymuyormuşçasına karşısında dikilip, gözlerinin içine bakan Kerem’e baktı. Sallanan vücudunun aksine kendisine kilitlenmiş, yeşil gözlerine baktı; Dünya üzerinde onların kendisine bakmasından daha değerli bir şey olmadığını düşündüren. Onu hemen şimdi affetmek istiyordu, delicesine sarılıp öpmek, göğsüne kafasını yaslamak, fakat kendinin de hakim olmadığı bir şey onu engelliyordu. Sanki biraz daha beklemeliydi. Boğun eğmemeliydi. Gururuna mı yeniliyordu? Yoksa hislerine mi güvenmeliydi.
İçkinin de yardımı ile oluşan garip bir gevşeme ile Zeynep’e bakarken Kerem:
“Gözlerine bak. Tanrım ne kadar güzeller. Peki ya, korkup uzanamadığım dudakları, saçları. Ya daha da kötü yaparsam her şeyi. Ya bir daha asla düzelmeyecek şekilde bozarsam. Korkuyorum, işte bundan çok korkuyorum. Onu kaybetmekten korkuyorum hem de hayatımda daha önce olmadığı kadar çok korkuyorum bundan. Dokunmak istiyorum ona belki korkumdan daha fazla. Dokunmalıyım, öpmeliyim belki konuşamadıklarımı anlatabilirim o zaman” diye düşündü. Ani bir hareketle Zeynep’e sarıldı. Beline doladığı kolları ile kendine çektiği kızın omzuna kafasına gömüp, gözlerinde ondan başka hiç kimsenin görmeyeceğine yemin ettiği gözyaşlarından birkaç damla akıttı. Kokusunu içine çekti, belki son kez kokusunu alacağım diyordu, biraz sonra ağzından öylece, planlamadan, düşünmeden yalnızca aşk ile içindeki alev alev yanan saf aşk ile dökülen kelimelerden önce.
“Zeyneaap… Bak ben, ben konuşamam. Sana belki hiç anlatamam kendimi, şiirler yazmayı bırak iki güzel cümle bile kuramam. Ama seni çok seviyorum Zeynep, ” Konuşmasına kıza daha sıkı sarılıp, kokusunu tekrar içine çekerek devam etti:
“Seviyorum anlatamayacağım kadar hatta anlayamayacağın kadar çok seviyorum. Bazen kendimden bile kıskanacak kadar çok seviyorum. Korkuyorum Zeynep, sen benden uzaklaşınca, seni başkasının yanında görünce deli gibi korkuyorum. Gözlerimin önünde geleceğimin karardığını, dünyanın kapkaranlık olduğunu görüyorum. Bundan korkuyorum, ben seni asla görememekten, küçük bir çocuk gibi korkuyorum; Annesinin onu bırakıp, gitmesinden korkan küçük bir çocuk gibi.
Senin de beni sevdiğini biliyorum. Ya da bilmiyorum hissediyorum fakat hayatta bildiğim bütün gerçeklerden daha gerçek bir his ile hissediyorum. Beni sevdiğin için sevmiyorum seni, bunun umudunu beslediğim içinde sevmiyorum. Seviyorum, sadece seviyorum ne anlatabileceğim ne gösterebileceğim kadar çok seviyorum.”
Omzuna akıttığı yaşlar ile söylediklerinin doğru olduğunu biliyordu Zeynep. Aman Tanrım! Kendi düşünceleri değil miydi bunlar? Daha bu sabah aynılarını düşünüp, onun nasıl neden sevdiğini açıklayamamış mıydı? Aşk bu değil miydi zaten; Farklı bedenlerde, farklı düşüncelerde birbirini tamamlayan iki farklı ruhun birleşmesi değil miydi? Şimdi daha iyi anlıyordu ona en ufak meselede dahi neden bu kadar kızdığını. Öfkesini- sıradan birine kızdığında olduğu gibi olmayan içinden gelen saf öfkesini- ancak ona gösterebilirdi. Onundu öfkesi, içinde sakladığı bir duygusuydu ve öyle gizli bir duygusunu ancak Kerem’e gösterebilirdi. İlk gördüğünden beri kâinatın başından beri tanıdığını iddia edebileceği bu adama.
Aralarında meydana gelenler içlerine sığmayan, tutkuyu, şehveti, özlemi, aşkı ve birçok duyguyu birbirleri için yanıp tutuşan bedenlerinin sıcaklığı ile buharlaştırıp gökyüzüne çıkarmıştı sanki. Buharlaşarak yükselen bu duygular, yaramaz birkaç meleğinde dikkatini çekmiş olmalıydı. İstediklerinden daha fazlasını buldukları malzemeleri alıp, bir damla aşk, iki damla tutku diyerek birbirine karıştırıp “ilahi bir şerbet” hazırlıyordu, bu eğlenerek izledikleri iki insan için. Sonunda kudretin ilahi kaynağından gelmişti emir. Güneş’in dağıttığı bulutlar toplanmıştı, kararak. Biraz önce onların bir araya gelmesi gibi gökyüzündeki kara bulutlarda bir araya geldi. Onlar gibi karıştılar, sarıldılar birbirlerine aniden. Hazırlanan ilahi şerbetin ilk damlaları düştü Zeynep ile Kerem üzerine.
Düşen ilk damlayı omuzlarında hissettiğinde Zeynep’ten ayrılmaya karar verdi Kerem. Kızı sarmaladığı kollarını yavaşça gevşetti ve sözlerine bir cevap vermeyen Zeynep’ten arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. İki yana salladığı ellerinden birini havaya kaldırarak:
“Kerem…” dedi, sadece Zeynep.
Şiddetini artırarak saçlarına düşen yağmur damlaları kıvırcık saçlarını düzleştirip omuzlarına döküyordu. Kerem durdu. Sarhoşluğun etkisi Zeynep’in ağzından dökülen isminden sonra bir anda ortadan kalkmış gibi keskin ve ani bir hareket ile döndü. Zeynep’in gözlerini gördü; soğuyan havanın aksine onu hapsedip, yakan, yanan gözlerini gördü. Onlarca cümle kurmamıştı. Şehvetini, aşkını, arzusunu, üzüntüsünü, özlemini anlatmak istediği her şeyi titreyen dudaklarından döktüğü tek bir kelimeye sığdırmıştı: Kerem.
Attığı hızlı birkaç adım ile aralarındaki mesafeyi tekrar kapadı Kerem. Yağmur damlaları alnından başlayıp yüzünde kayıyor, dudaklarının sıcaklığında buharlaşıyordu sanki. Düşen ilahi şerbetin her damlası onları kamçılamak için nispet yapar gibi üniformalarını bedenlerine yapıştırıyordu. Bir kolunu Zeynep’in beline doladıktan sonra diğer elini omzuna koyup ittirerek Zeynep’i arkasında ki ağaca yasladı. Kısacık sadece kısacık bir an göz göze gelmeleri her şeyi yakmaya yetmişti. Saçlarına düşen yağmur damlaları turuncu saçlarını kızılın en koyu tonuna boyamıştı. Gözleri ne zaman duyguları yoğunlaşsa yaptığı gibi yeşilin koyu tonlarına geçiş yapmıştı. Gözlerine bakarken, uzun bir süre nefes ihtiyacı duymak istemiyormuş gibi derin bir nefes aldı. Dudaklarını aralayıp, sırtını ağaca iyice yapıştırdığı kızın dudaklarına yapıştırdı. Kızın dudaklarından kendine bir parça almak istermiş gibi, sanki onları daha önce öpmemiş gibi öptü. Aynı şekilde karşılık alması birkaç bardak içtiği içkinin sarhoşluğundan daha fazla sarhoş etmiş, vücudunda göğsünün altından ince ince yayılarak yanaklarını, dudaklarını kızartıncaya kadar devam eden sıcak bir mutluluk hissinin yayılmasına sebebiyet vermişti.
Ellerinden biri göğüslerini avucunun içine almış, avuç içinde kaybetmeye çalışıyormuş gibi okşuyordu. Diğer elini kızın belinden önce kalçalarına oradan da eteğinin altına sarkıttı. Yaramaz birer çocuk olan elleri mütemadiyen uslu durmazken, kızın dudaklarından yanağına, oradan boynuna kaydırdı hepsi birer kızgın kor olan öpücüklerini. Kızın eteğinin altına sarkan elleri, Kerem’den başka kimseye müsaade tanınmayan Zeynep’in en kuytu köşesini çoktan bulmuştu. Kerem’in dudaklarını dudaklarından çekip, boynuna indirmesi ile ufak bir fırsat bulan Zeynep bir nefesten sonra inlemeye başladı. Bedenine yayılan bu hazzı ancak Kerem sağlayabilirdi, bu dünyada ya da başka birinde.
Kafasını kızın göğüslerinin arasına gömüp, bedeninde dolaşan ellerini göğüslerinin üstüne getirdi Kerem. Adına gömlek denen, kendisini engelleyen bu kumaş parçasından kurtulmak istiyordu, sonunun nereye varacağını düşünmeden. Birkaç düğmesi açık olan gömleği iki yanından kavradı Kerem. Kaslı kollarının yaparken hiç zorlanmadığı bir görevdi; gömleği iki yana çekerek düğmelerini koparmak. Aynısını Kerem’in gömleğine yapmak istedi Zeynep fakat bunu yapamazdı, gene de elinden geldiğince hızlı gömleğin düğmelerini çözdü. Bir engelden kurtulduğunda karşısına yenisinin çıkması kamçılamıştı tekrar Kerem’i; kızın sutyeni. Neyse ki aşması çok zor olmayan bir engeldi bu onun için. Birkaç ufak hamleden sonra ab-ı hayatı* arayan dudakları ile kızın göğüsleri arasında hiçbir engel kalmamıştı. Gökyüzünden dökülen yaramaz meleklerin ilahi şerbeti ikisinin dudaklarında tenlerinin daha önce almadıkları bir tadını bırakıyordu. Zeynep bir eli omzunda olduğu Kerem’in diğer eli ile saçlarını karıştırırken çocuğun göğüslerine gömdüğü kafasını, düşen damlaları buharlaştırmak istermiş gibi yanan dudaklarından gelen sıcacık bir öpücük ile süsledi.
Ona dokunamadığı, hissedemediği her anın acısını çıkarmak ister gibi, sert bir hareket ile kollarını beline doladığı kızı kendine yapıştırdı Kerem. Kafasını kaldırıp minik bir göz temasından sonra dudaklarını tekrar kızın dudaklarına yapıştırırken, kızı yasladığı ağaçtan ayırdı. Kolları ile hafifçe ayaklarını yerden kestiği kızı, yağmurdan altı çamur olmuş çimlerin üstüne hiçbir şeye aldırmadan yatırdı. Zeynep’in üzerine verdiği ağırlığı kızı daha da çamura gömüyor, kendisi de asla uslu durmayan elleri nedeni ile çamurdan nasibini alıyordu. İkisi içinde vücutlarına düşen bu ilahi şerbetin altında çamurun, kirlenmenin ya da kendilerinden başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Onlar sadece bedenleri bir araya gelmiş iki insan değildi. Ruhları da bütünleşiyordu, ne zaman birbirlerine dokunsalar olduğu gibi.
Kızın dudaklarından dudaklarını ayırıp biraz önceki rotayı izleyerek; boynuna oradan göğüslerine getirdi tekrar. Her öpüşünde kızın yükselen inlemeleri öpücüklerini tekrarlaması için geri çevrilemez bir davetti. Göğüslerindeki ellerinden birini çekerek kızın eteğinin altına ilerletip, iç çamaşırını buldu. Kavradığı çamaşırını, kızın bacaklarından kaydırarak aşağı çekti. Zeynep, aralarındaki ahengi bozmadan Kerem’in hareketine karşılık vererek çocuğun sertleşen uzvunu zapt etmekte zorlanan pantolonunun düğmelerine getirdi ellerini. Daha önce alışık olduğu çözme işlemini vakit kaybetmeden yerine getirdi. Görevini tamamladıktan sonra tekrar, Kerem’in sert derisini hissetmek istedi elleri; dolaşmaya başladı çocuğun vücudunda. Kerem fırsat verdiğinden kesik, sıcak ve heyecanlı nefeslerinin arasına inlemeleri sıkışıyordu.
Kerem bedeninin en tabii dürtüleri ile istediği birleşmeyi gerçekleştirmeden önce, kafasını kaldırıp Zeynep’in gözlerine baktı. Kendi hissettiği aynı heyecan, aynı duygu, aynı şehvet ve arzular onun gözlerinde de vardı. Onunda bu birleşmeyi kendisi kadar çok istediğinin kanıtıydı bu tutku dolu bakışlar. Kerem, dudaklarını tekrar dudaklarına bastırdığında, çocuğun sert, sıcacık uzvunun kendi vücudunun bir parçası olduğunu hisseti Zeynep. Kerem’in dudakları dudaklarından yavaşça göğüslerine doğru kayarken, çocuğun kendini makine gibi tekrar eden ileri- geri şeklindeki ritmik hareketine başladığını fark etti. Dişleri ile dudaklarını ezdi, fakat bu ceza inlemelerini durdurması için kendine verebileceği umutsuz bir ceza idi; kendine engel olamadı, inledi. Düşen, düşüp çıplak bedenlerinde kayarak yanıp kül olmayı isteyen bedenlerini soğutan ilahi şerbetin damlaları sadece bedenine değil ruhlarına da dokunuyordu. Kerem’in bütün kasları kasılmış, yüzündeki yağmur damlalarının arasına terler karışmıştı. Boynundaki damarlar sertleşerek şişmiş, gözleri yeniden yeşilin koyu tonlarını almıştı. Kızaran yüzünün içinde parlayan yeşil gözleri ile Zeynep’e baktığında ikisinin de bedenlerinin uygun zamanın geldiğini söyleyen sinyalleri verdiğini anladı. Kerem dudaklarına dudaklarını tekrar getirdiğinde gökyüzünden üzerlerine düşen ilahi şerbet damlalarının hiç kayba uğramadan çocuğun içinde biriktiğini oradan da kendi içine aktığını fark etti Zeynep.
Yanına yığılan Kerem, hiç vakit kaybetmeden onu göğsünün üstüne çektiğinde kafasını kaldırıp Kerem’in kulağına fısıldadı Zeynep.
“Ben de seni seviyorum.”
SON
*ab-ı hayat: orta doğu mitolojisinde yaşam iksirini, taşıyan hayat suyu.
<Word sayfası ile 25
sayfa içerisinde Kerem’in ıslağında sarhoşuna, deli gibi aşığından, kıskancına
her halini barındıran bir hikâye yazdım sizin için. Eğer yorum ve beğeni rekoru
kırmazsa AİHM’sine başvurmayı düşünüyorum.>
itiraf etmeliyim ki yeni hikayeni görünce acayip sevindim ve heyecanla okudum,kendine amatör demişsin ama sen profesyonel olmuşsun ya :)
YanıtlaSilzeynep'le kerem'in aşkını öyle yoğun ve akıcı bir şekilde anlatmışsın ki açıkcası okurken duygulandım..
bu kadar güzel nasıl yazabiliyorsun bilmiyorum ama hikayelerin gerçekten muhteşem!
hele anlatımın.. kesinlikle çok iyi,sanki sürükleyici bir kitap okuyormuşum gibi :)
bu işte gerçekten çok iyisin,helal sana :)
not : bunları yalakalık olsun diye yazmadım,düşüncelerim böyle olduğu için yazdım umarım yanlış anlaşılmam.. ~buse~