Gelinciğin
Gözyaşları
(Roman tadında tek
bölümlük bir ZeyKer hikâyesi yazdım, klasik hikâyelerden sıkılanlar için.
Yetiştirmek için bazı kısımlarını kısa kesmek zorunda kaldım. Biliyorum herkes
benden yeni bölüm bekliyor ama kafamda beliren bu hikâyeyi yazmazsam içimde
kalırdı. Vote ve yorum istiyorum, hatta bence wattpad, ZeyKer edebiyat ödüllerine en azından aday
olmalı bu hikaye, keyifli okumalar. Hikâye fantastik bir dünyada geçmektedir,
tarihi ve yeri belli değil daha çok bir efsane, masal havasında. )
Annesinin kendisine
bırakmış olduğu en değerli varlıklar olarak görüyordu, küçük kız elindekileri;
kitapları. İki atın arkasına bağlanmış, irili ufaklı taşların dağılmış olduğu
yolda ilerleyen at arabasının içinde okumak pek kolay olmuyordu. İçeriye
güneşin yakıcı ışıklarının engellemek için çekilmiş perdeler, okuması için
gerekli ışığı almasını engelliyordu. Dalıp gittiği hikâyenin büyüsünün
bozulmaması için çaba gösterirken birden aracın durduğunu fark etti Zeynep.
Neden durmuşlardı, aniden? İçinde beliren merakı gidermek için hafifçe
araladığı perdelerin arasından, dışarıya baktı.
Güneş arkadaşları arasında alay konusu
olan garip renkli saçlarına her zamankinden farklı vurmuyordu aslında.
Yatağından kalkıp, her zaman gülümserken görmek istediği annesinin sıkıntısını
göstermekten çekinmeyen yüzü ile evin birkaç metre ötesini sarmaya başlayan
çitlerin orada durduğunu gördü. Annesini en son bu halde gördüğünde babasının asla
geri dönmediği yolcuğa çıktığını hatırladı, Kerem. Küçük hızlı adımlar ile
annesinin yanına ilerledikten sonra, boyunun yetişebildiği kadar; annesinin bel
hizasından sarıldı kadına. Masumiyetinin temsili olan beyaz, tombul yüzünde,
güneşin yansıyan ışıkları eşliğinde yeşil birer kristal gibi parlayan gözleri
ile kafasını kaldırarak:
“Anne. Beni neden kaldırmadın? Bugün çalışmamız gerekmiyor mu? Kışı
geçirebilmemiz için daha fazla çiçek toplamamız gerektiğini söylemiştin.” Dedi.
Kadın yüzüne karnına gömmüş, sımsıkı kendisine sarılan çocuğa baktı; çaresizlik
vardı bakışlarında. Kafasının içinde dönen düşüncelerle artan, artıkça
kırılgan, yorgun, zayıf bedenini daha fazla acıtan acısını saklamak istiyordu.
Konuşmadan önce titreyen dudakları sessiz ama haykırarak yalvarıp, kendini
paralayarak yapılanlardan çok daha içten bir duayı tekrar ediyordu: “Tanrım!
Onu koru ve mutlu et. Beni ağlarken görmesine izin verme.”
Sol eli bir çığ gibi birikip, titreyen göz bebeklerinin tetiklemesi yanaklarına
dökülmek üzere olan gözyaşlarını silerken bir eli de oğlunun başını
sıvazlayarak:
“Bugün, on ikinci yaş günün. Artık silah tutabilecek çağa geldin.” Dedi.
Annesinin yüzündeki ifadeyi görmesine gerek yoktu Kerem’in bir terslik olduğunu
anlamak için; içinde ne zaman kötü bir şey olsa aniden beliren o hissin ortaya
çıkması yeterliydi. Ona kimsenin kılıç kullanmayı öğretemeyeceğini, babası
dönmediği için annesine yardım etmesi gerektiğini, bu tür uğraşların
kendisinden uzak olduğunu biliyordu. Anlamadığını belirten ses tonu ile sordu:
“Ama… Ama babamın henüz dönmediğini biliyorsun. Kılıç kullanmayı kimseden
öğrenemem hem zaten babamın yokluğunda sana yardım etmem gerekmiyor mu?”
“Evet, sen içeri gir hadi. Yemeğini yedikten sonra ejder gelinciği toplamaya
gideriz belki.”
“Tamam.”
Annesinin her gün erkenden kalkıp onun için hazırladığı ekmeklerden birkaç tane
de sebze buldu, birkaç parça odun ile yakılmış ocağın hemen yanında. Annesinin
anlayamadığı üzüntüsünün birlikte öz yapmak için çiçek toplarken
düzelebileceğini düşünerek, ağzını tıktığı kocaman lokmalar ile önündekileri
bitirdi. Yemeklerin başından kalmak üzereyken, iki yabancı ses işitti;
annesinin sesine karışan. Ne olduğunu anlamak için dışarı çıktı. Biri annesinin
hemen karşısında diğeri bir iki adım daha gerisinde, çaprazında iri yarı iki
adam gördü. Dışarıya adım atar atmaz adamlardan birinin uzun süredir aradığı
değerli eşyasını bulmuş gibi olabildiğince açılan gözler ve iki yana açılan
dudak kıvrımlarının yarattığı sinsi gülümseme ile kendisine baktığını gördü.
Annesinin tam karşısında duran adam sesini yükseltmiş, söylediklerine itiraz
eden kadını korkutmaya çalışarak:
“Kocandan bize ne be kadın? Hükümdarımızın emrini bilmiyor musun? Her ailenin
en büyük erkek çocuğu kılıç kullanacak yaşa geldiğinde ordumuza alınacaktır.”
Karşısındaki adama
yalvarmanın bir şey kazandırmayacağını, ya da onu yumuşatmayacağını nihayetinde
onunda emirleri uygulamak zorunda olduğunu biliyordu.
“Ama kocam yokken bana kim yardım edecek? Tek oğlumu alırsanız ben ne yaparım?”
“Ehhh! Uzatma be kadın. Hemen şurada duran at arabasını görmüyor musun?
Üzerinde kocaman bayrağımız var. Hükümdarımız içerisinde, kendisini kızdırmasan
hem kendin hem oğlun için büyük iyilik etmiş olursun. ”
Aldığı cevap karşısında, yanaklarından süzülüp yere düşen gözyaşı damlaları ile
çaresizce kendisine bakan annesini gördü.
Biraz önce kendisine gülümseyerek bakan adamın gelip, elleri ile
omuzlarını kavradığını fark etti. Adamın konuşmadan omuzlarını iterek yaptığı
hareketten ilerlemesi gerektiğini anladı. Zayıflığını gösteren ağlayan
gözlerini gizlemek için kafasını önüne eğdi. Bir hata yaparsa tanımadığı bu iki
adamın annesine zarar vereceğini düşünüyordu. Zorluk çıkarmadan askerlerin
önünden yürüdü. Yaşadığı dünyanın bütün güzelliklerini hatta annesini bile
görmeyi reddetti yere bakan gözleri; bakarsa -annesinin yüzüne bakarsa-
dayanamayacağını, ikisi içinde kötü bitecek bir son hazırlayacağını biliyordu.
Ağladığını belli etmemek için işe yarayacağından emin olmadan derin bir nefes
çekip, titreyen alt dudağını ısırdı. Hayır, dayanamayacaktı. Omuzlarını sıkan
adamı ellerinden kurtulup, annesine koşmak için karşı konulmaz bir his peyda
oldu içinde. Biliyordu; yapmaması gerektiğini, ne olursa olsun sorun
çıkarmaması gerektiğini biliyordu. Fakat çitleri biraz geçtikten sonra, sanki
omuzlarını sıkan adam birden elleri kafasını kavramışta zorla annesinin yüzüne
çevirmiş gibi istemeyerek ama engel olamadığından son bir kez dönüp baktı,
annesinin yüzüne. Ellerini kalbinin hemen üstünde çapraz bir şekilde
birleştirmiş, dudaklarını ısırarak, bağırmadan, feryat etmeden, sessiz ama canı
yanarak ağlıyordu, kadın. Kerem ani bir hareket ile geri dönüp, elleri
omuzlarındaki askerin bacağına çocuk bedeninin toplayabildiği tüm güç ile bir
tekme atarken:
“Anneeeeee… Bekle beni. Geleceğim” diyerek bağırdı.
Kerem olanca gücü ile koşarak kaçmaya
çalışırken, biraz önce oğlu için sessizliğe gömdüğü acısını çığlığına
yükleyerek:
“Keremmmm” diye bağırdı, annesi.
Biraz önce bacağına beklemediği bir darbe alan asker sinirlenmişti. Belki kaçan
çocuk için yorulmak istemediğinden belki de yetişemeyeceğini düşündüğü için
hemen atının yanına varıp, sırtına atladı. Peşinden at ile gelen adamı gördükçe
ardı ardına emirler yağdırıyordu kendine Kerem: “Daha hızlı, daha hızlı” diyerek.
Ne yazık ki küçük bedeni bu yarışı kazanamazdı, biraz sonra kendisine küçük
gelen elbisesinin biri tarafından yakalandığını hissetti. Bir anda kendisini
atın üstünde buldu. Kaçarken bakmaya fırsat bulamadığı aracın yanına gelince
bir çırpıda attan indirildi. Arkasında bekleyen asker biraz öncekinden daha
sıkı kavramıştı omuzlarını. Canı yandı, adamın parmaklarının sanki bedenini
delmek istermişçesine bastırdığını hisseti. Sessiz, tok ve kaba bir ses
yankılandı kulaklarında: “Eğil” diyordu asker. Dizlerinin arka tarafına gelen
iki tekme ile eğildi. İkinci bir emir duydu: “Sakın kafanı kaldırma” dedi,
asker aynı ses tonu ile.
Elindeki kitabı hemen yanına bırakan Zeynep heybeti ile her zaman kendisi de
dâhil çevresindeki herkese korku salan babasına dönerek:
“Baba, ne oluyor?” Dedi.
Kızına karşı daima sert olan yüzünü bu kez de yumuşatmamıştı Cihan. Zeynep’in
sorusunun ardından hata etmiş gibi kaçmaya çalışan bakışlarının üzerine
getirdi, koyu kahverengi, gülmeyen gözlerini. Yavaşça dışarı çıkıp, askere
dönerek:
“Ne oluyor?” Dedi.
Korkuyordu Zeynep, fakat içindeki mücadeleye anlam veremediği merakı galip
geldi. Babasının peşinden dışarı çıkıp, birkaç adım gerisine geçti sessizce.
Kudretinin temsili olarak, değerli taşlarla süslenmiş kılıcını kınından çıkardı
Cihan. Yavaşça askerin ayakları dibine diz çökmüş Kerem’in boynuna getirirken:
“Neden kaçıyordun? Korktun mu?” Dedi.
Cevap vermedi Kerem. Neden cevap vermiyordu? Kendisine engel olan neydi?
Gerçekten korkmuş muydu yoksa sadece annesini bırakmak mı istemiyordu. Boynu
ile omuzu arasında incecik tenini çizen kılıcın soğukluğuna daha fazla dayamadı
Kerem.
“Hayır.”
“Öyleyse neden kaçıyorsun?”
“Annem… Annemi tek başına bırakamam.”
“Hükümdarının isteğinden daha üstün görüyorsun yani anneni?”
Elindeki kılıcın sivri ucunu sol omuzuna sapladı, işaret ettiği askerler
çocuğun annesini kollarından tutup yanına getirirken.
“Oğluna kaçmasını sen mi söyledin?”
Tiz sesinde gizli yalvarışlar vardı kadının, kelimeleri değil belki ama sesi
çocuğu affetmesi için yalvarıyordu.
“Hayır, hayır efendim lütfen onu affedin. O Daha bir çocuk.”
“Orduma asker olarak eğitmem için kaç yaşına kadar beklemem gerekiyor?”
Cevap vermemenin çok daha kazançlı
olacağını hesaplamak kadın için zor değildi, kafasını eğdi. Çocuğa sapladığı
kılıcı boynundan çenesinin altına doğru çekti Cihan. Omuzundan başlayıp boynuna
kadar ince bir çizgi şeklinde akan kanlar çocuğun elbiselerine bulaşmıştı.
Cihan elindeki kılıcı giderek bastırarak çocuğun yüzüne doğru çekerken,
boynunun altındaki kılıcın itelemesi ile kafasını kaldıran Kerem’in parlattığı
yeşil gözlerini gördü Zeynep.
“Bu gözler, bu gözleri hatırladığıma yemin edebilirim. Mücevher kutusundaki
taşlar gibi parlayan bu gözleri biliyorum. Annemin gözleri bunlar. Çok
güzeller. Babama söylesem, onu bırakır mı? Ağlamasını istemiyorum bu gözlerin,
ağlayıp parlaklığını bulanıklaştırmasını istemiyorum.” Diye düşündü Zeynep.
Babasının kılıcı çocuğun çenesinin altından yanağına doğru çıkarken çocuğun
gözlerini görür görmez içinde meydana çıkan garip koruma hissi, ellerinin
titremesine neden olan içini kaplamış kocaman korkusunu yendi, bir an.
Babası ne kadar güçlü bağırırsa o kadar kendini dinleyecekmiş gibi bağırarak:
“Babaaaaa…” Dedi.
Korku dolu gözlerini babasına dikip, İki
yanağına yaşların süzülmesine izin verirken kısık, titreyen sesi ile “baba
gidelim artık” dedi.
Kırışıklıkların iyice korkutucu hale getirdiği yüzünü arkasındaki kızına döndü,
gözlerinde gene sevgi barındırmayan –varsa dahi belli etmeyen- bakışları ile
baktı, kızına. Kılıcını yavaşça çekip temizlemesi için askere uzattı.
“Aslında cezasının çok
daha ağır olması gerekirdi. Ama ordumda sakat birinin olmasını istemem. Kadına
çocuğun karşılığını verin.”
*** 8 Yıl Sonra ***
Hükümdarın emri ile kovandaki arılar
gibi; düzenli ama olabildiğince hızlı çalışmaya başlamıştı, hizmetkârlar.
Kurulan çadırların merkezine eğlence için geniş bir alan bırakılmıştı. İrili
ufaklı çadırların arasında büyüklüğü ve üzerindeki süslemeleri hükümdar ve
ailesinin çadırı kendisini hemen belli ediyordu. Merkezdeki geniş alanın hemen
uç kısımlarına; daha çok ağaçlara yakın tarafına, birçoğunun hayatında görmediği
büyüklükte yemek masaları hazırlanmıştı. Havanın kararmasına yakın, güneş
kendisini ileride yükselen iki tepenin arasında kızıla boyayıp kaybetmeye
hazırlanırken, duyulan ilk çalgı sesi ile başladı eğlence.
Gelen konuklardan ilişkilerin iyi tutulmak istenenleri ya da rütbece
diğerlerinden üstün olanları hükümdar ve ailesi için hazırlanmış, en görkemli
masada ağırlanıyordu. Hemen hemen beklenen bütün konuklar yerlerini aldığında,
büyük çadırdan Cihan biri sağında biri solunda iki kızı Zeynep ve Irmak ile
birlikte çıktı. Masanın her iki tarafa da eşit uzaklıkta kendileri için
ayrılmış kısmına oturdular. Çalan eğlenceli müzikler eşliğinde yemekler
yenirken, yemeğini bitirmiş rütbece daha küçük kişiler ayrılan boş alanda
oyunlar oynamaya başlamıştı. Herkes kendisini eğlencenin havasına kaptırmışken
Zeynep her zaman ki gibi bozgunculuk yapıyor, tabağındaki yemeklere dalgın
bakışlar savururken eğlenceden çok daha farklı şeyler düşünüyordu. Bir aralık
tabağında ince iki dilim halinde etlerden birini sağa sola iteleyerek
oyalanırken:
“Bu kalabalığın nedeni nedir? Babam bunca tantanayı hangi sebep ile yapmış
olabilir? Ortada büyük bir iş olmasa neden böyle bir zahmete girilsin ki?
Adetlerimize göre ancak, düğün, bayram gibi hadiselerde böyle büyük eğlenceler
düzenlenir. Sanırım onun hareketlerini hiçbir zaman anlayamayan kafam bu kez de
durumu çözecek değil.” Diye düşündü.
Zeynep hayal dünyasında kimi zaman sorular kimi zaman da nereye gideceğini
bilmediğini bu gecenin bitmesini isteyen düşünceler ile uğraşırken, karşıdan
atların bağlandığı tarafa doğru hızla yaklaşan atlı sesleri duyuldu. Zeynep’in sayabildiği kadarı ile en önde
gelen beyaz, diğerlerine göre irice atın sırtındaki asker ile birlikte 8 kişi
kadar bir grup atlı asker gelmişti. Atlarını bağladılar. Beyaz atın üstünden
inen, mesafeye rağmen kendini belli eden iri vücutlu, orta boylu asker masaya
doğru yaklaşırken, diğerleri aralarda kayboldu. Kısacık kesilmiş saçlarının
içinde sol kulağının hemen arkasından başlayıp, ensesine değinceye kadar
uzayan, örülmüş bir saç bırakılmıştı. Zeynep bunu daha önce birkaç kişi de daha
gördüğünden genç yaşta, büyük cesaret göstermiş kişilere özel bir şey olduğunu
biliyordu. Genç adam masanın karşısına geçti, Cihan’ın gözlerine bakıp:
“”Geç kaldığım için bağışlayın hükümdarım” dedi.
Cihan konuşmadan kafası ile onay vererek genç adamı yerine davet etti. Zeynep
masaya yaklaşıp yüzünü ilk gördüğü andan itibaren, onu tanıyor gibiydi. Sanki
kısa kesilmiş görmeye alışık olmadığı renkteki saçları, yanan ateşlerin ışığını
ayna gibi yansıtan parlak renkli gözleri, hatta belki hayatında ilk kez
gördüğüne yemin edebileceği bu yüz ona bir yerlerden tanıdık geliyordu.
Cihan hemen kızı Irmak’ın yanına oturan genç adama dönerek:
“Neden bu kadar geç kaldın, Kerem” dedi.
Zeynep babasının cümlesini duyar duymaz, kafasında kendisini meşgul eden ne
kadar şey varsa arınarak:
“Kerem mi? Kerem ismini nereden hatırlıyorum? Aman Tanrım! Olamaz, olamaz değil
mi? ” diye düşündü. Gözlerini hemen genç adamın üzerine çevirirken kimi zaman
uykularında tekrar eden, neden unutamadığını bir türlü kestiremediği o güne
dair bir delil aramaya başladı, Kerem’in vücudunda. Gözlerini bir müddet genç
adamın vücudunda gezdirdikten sonra bakışları hemen sol tarafında, boynunda
gırtlağının hizasında başlayıp, çenesinin altında biten yara izine takıldı. Zeynep tüm bunları kendinin ile inanmayacağı
bir sürede yaparken, cevap verdi Kerem.
“Uzun zaman sonra bu taraflara döndüğüm için yolu bulmakta biraz zorlandım
hükümdarım.”
Karışlık verirken tok, baskıcı sesinde söylediklerinden başka şeylerde
gizliyordu Cihan.
“Hmm… Bundan sonra bulmakta zorlanmazsın, buralarda daha çok bulunman
gerekecek.”
Cihan’ın konuşmasında neyi ima ettiğini anlamamıştı Kerem. Bu sırada eğer
konuşmazsa içinde konuşmak için şiddetli bir arzu buldu. Sözlerinin hedefine
Kerem’i alarak :
“Burayı bulmakta zorlandığınıza göre yanınızda gelenlerin her biri rehberiniz
olmalı.” Dedi iğnelemek için konuştuğunu belli eden ses tonu ile.
Kerem çiğnediği lokmasını hemen yutarak, dedikleri kendisi için hiçbir önem
ifade etmiyormuş gibi karşılık verdi.
“Aslına bakarsanız ben onların rehberiyim prenses.”
“O zaman gerçekten üzüldüm.”
“Neden?”
“Akılsız başın cezasını ayaklar çeker, derler.”
“Bence siz farkında olmasanız da sizi ve çevrenizdekileri defalarca kurtarmış,
bu akılsız başa minnet duymalısınız.”
“Askerlerin ne kadar küstah ve kibirli olduğunu unutmuşum.”
“Öyleyizdir, özellikle benim gibi güçlü ve başarılı olanlar.”
Cihan ruhsuz, katı
bakışlarını Zeynep’e çevirerek :
“Yeter” dedi. Önünde içinden birkaç yudum şarap içtiği, altından kadehi sol
eline alarak ayağa kalktı. Sesini iyice
duyulur hale getirmek için bir kadehinden bir yudum aldığı şarabı boğazından
kaydırdıktan sonra, önce herkesi susturmak için bir emir verdi:
“Eğlenceyi kesin.”
Söylediği iki kelime toplanan yüzlerce kişinin o an sus pus olmasına yetmişti.
Cihan bakışlarını kısa bir süre kalabalıkta gezdirdikten sonra tekrar eğlence
için ayrılmış meydana dikti. Konuşmaya başlamadan önce, biraz önce emir veren
katı, sert sesini değiştirdi.
“Ey! Halkım. Komutanlarım, ailem bana tabi olan herkes. Şimdi beni iyi dinleyin.
Söylediklerimi duyanlar, duymayanlara iletsin. Ben yüce hükümdarınız her daim
sizin ve vatanımın istikbali uğruna düşündüm ve savaştım. Beyliğimin rahat içinde
yaşaması için ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmedim. Şüphesiz ki, bu uğurda
nicelerini feda ettim. Her daim beyliğimin istikbalini kendi rahatımdan,
arzumdan üstün tuttum.
Hepiniz bilir ki yıllardır, hemen yanı başımızda kurulup bize huzur vermeyen
Toygar Beyliği vardır. Beyliklerimiz arasında sürüp giden amansız savaş hem
bize hem onlara nice kez zarar vermiştir. Şüphesiz ki, sizin ve beyliğimin
bekası için bu savaşın bitmesi gerekir. Ben hükümdarınız olarak bir karar
kıldım. Bu savaşın bitmesi, beyliklerimizin birleşip huzur ve refah içinde
yaşaması için kızım Zeynep’i, Toygar beyliği varisi Tuğkan Han ile evlendirip
beylikleri birleştirmeye karar verdim.
Diğer kızım Irmak ile de nice kez beyliğimizi cesareti ile ödüllendirmiş,
orduların başında getirdiği zafer ile bizi gururlandır kıymetli komutanım
Kerem’i nişanladığımı duyurmak isterim.”
Cihan konuşmasını bitirmişti. Eli ile çalgıcılara devam etmeleri gerektiğini
belirten hareketi yaptıktan sonra yerine oturdu. Hemen sağında ve solunda
oturan Zeynep ve Kerem’e kısacık ama konunun çoktan kapanmış olduğunu belirten
bir bakış attıktan sonra önünde yarım bıraktığı yemeğe döndü.
Cihan’ın konuşması herkes için bitmişti, belki artık dudaklarının arasından her
zaman emri vaki olan sesi çıkmıyordu ama Kerem ile Zeynep’in kafasının içinde
yankılanmaya devam ediyordu. Ne söyleyeceklerini ya da herhangi bir şey
söyleyip söyleyemeyeceklerini bilmiyorlardı. Kerem bir asker olarak
yetiştirilmişti; asla ve asla karşı çıkmak gibi bir durumun söz konusu
olamayacağını biliyordu. Karşı çıkmak
gibi kendi sonunu hazırlayan bir harekete kalkışsa dahi neye karşı çıkacaktı
ki? Kendisi için çok fazla değil miydi, ona layık görülen bu şeref? Hükümdarın
kızı ile evlenmek, hatta belki zaman içinde tahta geçme şansı bile doğmuştu
kendisi için. Peki, tahta geçmeyi istiyor muydu? Asker olmayı istemiş miydi ki?
Hayatı bu güne kadar iradesi dışında gerçekleşen olayların bir sonucu değil
miydi? Kendi iradesinin sahip olduğu güç neydi? Hükümdara karşı çıkmaya yeter
miydi? Belki istemsizce, belki de isteyerek ama elinden bir şey gelmemesinin
sonucu olarak çenesindeki kasları belirginleştirecek şekilde sıktı kendisini.
Hemen sol tarafında oturmuş, daha ne olup bittiğini anlamadan kendisini nişanlı
bulduğu Irmak’a bir bakış atarak:
“Tanrım! Ne kadar güzel, hatta belki bugüne kadar rastlamadığım bir güzellik.
Onu sevmeli miyim bu kadar güzel olduğu için? Belki de sevmek için kendimi
zorlamalıyım. Acaba kendisinin bu olaydan haberi var mı? Ben kendi adıma bu
kadar basit hükümler verirken, onun nasıl, ne durumda olduğunu neden
düşünmüyorum. Belki de zerre miktarınca hoşlanmadı benden. Herkes sevdiği biri
ile birlikte mi sanki? Mutluluk için birini sevmek, onunla beraber yaşamak,
hayatını onunla geçirmek şart mı? İnsan pekâlâ biri ile derin bir sevgi
duymadığı kişi ile yaşayamaz mı?” diye düşündü.
Kafasını tekrar yemeğine çevirdiğinde, kalabalığın giderek ayaklandığını,
müziğin giderek ilk geldiği andakinden daha yavaş bir aldığını fark etti.
Zeynep ile arasında oturan Cihan içkinin etkisi ile hafifçe yalpalayarak ayağa
kalktı. Kendini biraz toplamaya çalışarak:
“Hadi bakalım, bu kadar eğlence yeter. Yarın yolculuk var ne de olsa. Zeynep’in
de Kerem’in de dinlenmesi lazım. ” dedi, ağzının kenarında yemekten kalma
kırıntıları kolu ile silerken.
Zeynep henüz biraz önce duyduklarının yarattığı bulutlu dünyanın etkisinden
çıkamamıştı ki babasının son sözlerini duyunca, ona karşı duyduğu korkuyu yok
sayarak konuştu.
“Baba, ne yolculuğu? Kerem…”
Kızının cümleyi tamamlamasına fırsat vermedi Cihan.
“Zeynep, tek bir itiraz istemiyorum. Bu kez sorun çıkarmayacaksın. Yarın
çeyizinle birlikte yola çıkıyorsun. Tuğkan Han’a ulaşıncaya kadar Kerem ve
adamları sana eşlik edecek.”
Babasının hiçbir itirazı kabul etmediğini gösteren kesin sözlerine karşı
çıkacak ikinci bir cesaret bulamadı Zeynep. Masadan kalktı ve önünde
yürüyenlerle birlikte çadırına ilerledi. Neredeyse baharın ortalarına
gelinmişti. Kışın titreten soğuğundan yeni çıkılmış, geceleri uykuyu engelleyen
sıcaklık ile tanışılmaya başlanmıştı. Tabiatın insanoğluna armağan ettiği
rengârenk çiçekler geceleri kokularını karanlığa karıştırıyor insanın nedensiz
yere huzurlu hissetmesini sağlayabiliyorlardı. Zeynep çadırına geldi.
Hizmetkârlar tarafından özenle dizilmiş, içeriyi yarı karanlık yapan mumları
söndürdükten sonra, yatağına uzandı. Özenle hazırlanmış, kesinlikle rahat bir
yataktı. Uyumaktan başka her şeyi yapabileceğine emindi. “Keşke biraz fazla
ışık olsaydı, yanı başımdaki kitaplardan birini okuyabilirdim” diyerek iç
geçirdi. Gözlerini çadırın tavanından bulutsuz gecede inci tanesi gibi parlayan
bir yıldızı gösteren aralığa dikti. Yıldızın ışığında gözlerini büyüleyen bir
şey vardı san ki; görmesini engelliyor, onun yerine kafasındaki düşüncelerin
canlanmasını sağlayan bir sahne yaratıyordu. Yeni yeni büyüyen çiçeklerin
kokusunu içine çekmek için ciğerlerini şişiren bir nefes alırken, gözlerini
biraz önce keşfettiği parlak yıldıza dikip:
“Neden huzursuzsun? Ne bekliyordum ki? Annem öldüğünden beri hiç biz zaman
babamın güldüğünü hatırlamıyorum. Annem yaşarken de pek hatırladığım
söylenemez. Ne bekliyordum sahi? Beni bu denli rahatsız eden bir şeyin mutlak
bir sebebi olmalı. Huzursuz olmanın kime ne faydası var? Babamın kararına karşı
çıkabilir miyim? Ya da çıkmalı mıyım? Kim karşı çıkabilir ki? Neden karşı
çıkayım? Benim kötülüğüme olan bir şey mi istiyor? Onun hayatı boyunca yaptığı
fedakârlık karşısında benden istediği nedir ki?
Dünyanın birkaç hayalperestin yazdığı kitaplar gibi olmadığını biliyorum. Kim
öylesine şeyler yaşayabilir ki? Belki tanımıyorum ama tanıdığım vakit kendisine
karşı büyük bir sevgi besleyeceğim. Hem alelade zamanlarda karşımıza çıkan
insanlardan ne kadar farklı olabilir ki? Sıradan bir insanı nasıl seviyorsam,
onu da öyle sevemez miyim? Sevmek ve yahut karşılığı bu kadar önemli mi? Babam,
annemi sevmiş miydi ki? Sevginin yokluğu ya da varlığı ne kadar önemli? O ya da
bu şekilde yaşamıyor muyuz sanki? ” Diye düşündü.
Yaşının belki çok üstünde bir olgunluk için sorulmuş sorular genç bedenini
yormuştu belki de. Gözleri ile yıldızları izlerken, birkaç kesik nefes ile
tekrar içine çekip, gözlerini kapattı. Sağ omzunun üstüne dönüp, uyumaya
bıraktı kendini.
*** Ertesi Sabah***
Zeynep daha önce birkaç ata binmişti. Alışamadığı bu hayvanlar onun için fazla iyi
huylu görünmüyordu açıkçası. Kendisi için özel olarak hazırlanmış atın yanına
geldi. Çitlerin arkasında duran hayvanı izlemeye başladı. Yavaşça çitlerin
kapısını açıp içeri girdi. Simsiyah rengi içerisinde alın kısmında beyaz bir
gölgelik vardı hayvanın. Güneşin yükselen ışıkları mı yelelerini parlatıyordu
yoksa her zaman mı böyleydiler diye düşündü bir an Zeynep. Kocaman gözleri
hayvanın ruhundaki asiliği dışarıya açan birer pencere gibiydi. Yaklaşmaya
korkuyordu. Cesaretini toplayıp tedirgin adımlar ile titreyen elini atın yüzüne
uzattı. Sanki Zeynep’in korkusunu anlamıştı birkaç dakika önce usulca duran
hayvan. Aniden arka ayaklarının üstüne dikilerek kişnemeye başladı. Ne
yapacağını bilemedi Zeynep, panikleyerek geri doğru kaçmaya çalışırken yere düştü.
İki ayağının üstümde şahlanmış atın, yere inerek kendisine doğru geldiğini
görünce korkarak kapadı, gözlerini. Hiçbir şey görmeden geçirdiği birkaç
saniyenin ardından gözlerini açtı. Biraz önce kendisine doğru gelen atın,
yularından yakalanıp Kerem tarafından sakinleştirildiğini gördü.
Kerem yularından tuttuğu atın beyaz gölgesinden okşadıktan sonra serbest
bırakıp, Zeynep’e doğru yürümeye başladı. Yere düşüp, iki eli ile destek alarak
kalkmaya çalışan Zeynep’e elini uzattı. Önce biraz genç adamı süzdükten sonra,
boynundaki yara izini görünce belki gururundan belki de gördüğü yara izi
kendisine geçmişten unutmak istediği bir günü hatırlattığı için, eli ile
kendisine uzanan eli iteleyerek :
“Kendim kalkabilirim” dedi.
“Sen bilirsin. Prenses”
“Tabi ki ben bileceğim, kim bilecek başka? Senin yardımına ihtiyacım olduğunu
da nereden çıkardın?”
“Bilmem, belki de gözlerini kapamışken üzerine doğru bir atın gelmesinden
olabilir.”
“Ukala, ben sadece şaşırdım birazcık. Daha önceki atıma hiç benzemiyor, çok iyi
at binerim yoksa.”
Kerem, neredeyse Zeynep’in de kendisini tutamayıp gülümsemesine neden olacak
yamuk gülüşünü attı.
“Daha önce ata bindiniz yani? Ben ilk kez gördüğünüzü sanmıştım oysa.”
“Sen… Sen, bak şimdi nasıl bindiğimi görürsün.”
Dudaklarını büzdü, kendini toplayıp sinirini belli eden hızlı, kısa adımlarla
biraz önce kaçmaya çalıştığı ata doğru ilerlemeye başladı Zeynep. Alt dudağını
ısırmayı bırakıp, insanı sakinleştiren yeşil gözleri ile kendisini izleyen
Kerem’e karşı takındığı kızgınlık maskesinin altındaki korkusunu Kerem’e
göstermemeliydi. Ata dokunmak için yaklaştığında, yaşananların etkisi ile
elinin ilk seferinden daha fazla titrediğini fark etti. Geri çekilmeye niyeti
yoktu kesinlikle bu ukala adama, korkmadığını, yapabileceğini göstermek
istiyordu. Çocukluğundan bu yana neyden korkmuştu ki, bazen karşı karşıyayken
olmasa bile babasının emirlerine aykırı hareket eden o değil miydi? At, insanların binmesi için eğitilmiş bir
hayvan, yaklaşmak, sırtına binmek ne kadar zor olabilirdi ki? Ufak birkaç adım atarak,
hayvan ile arasındaki mesafeyi kapattı.
“Gel, gelll… Bak şeker var elimde. ”
Kerem’in kendini tutamayıp patlattığı kahkahalar sinirini daha da çok
bozuyordu, boş elini şeker varmış gibi ürkerek yaklaştığı hayvana uzatırken.
“Aptal hayvan, gelsene
neden duruyorsun?”
Kerem kendini
tutamayarak kahkahalarının arasına bir cümle sıkıştırdı.
“Öhömm…. Daha önce kaç defa ata bindim demiştin, prenses?”
“Aman, sorun bende değil bu hayvan yabani. Eğitilmemiş.”
“Olur mu? Sizin için özel olarak getirildi.”
“Ya sen nereden bileceksin ki? Yabani hayvan işte baksana ne yanaşıyor ne
yaklaştırıyor.”
Kerem hızlıca attığı birkaç adım ile Zeynep ile arasındaki mesafeyi kapattı.
Kızın arkasına geçip, hayvana doğru uzattığı elini kavradı. Anlık bir şekilde
gelişen bu hareketin kendinde ya da karşı tarafta ne gibi hallere sebebiyet
vereceğini düşünememişti o an. Farkına varmadan, saçlarının içinden geçen
nefesi boynunu gıdıklayan Zeynep, adamın eli eline dokunduğu anda temas
noktasından başlayarak, yayılan garip bir sıcaklık hisseti. Tam olarak ne
diyebilirdi buna. Daha önce hiç yaşamadığını fark ederek bir isime sığdıramadı,
ya da yaşadığı herhangi bir duyguya benzetemedi yaşadığını. Zeynep’in aklından
geçenler Kerem içinde farklı değildi. Ne yapacağını bilmeden, bir anda tuttuğu
kızın elinden elini çekmek istedi ama yanlış anlaşılacağını düşünerek vazgeçti.
Kızın elini hayvanın alnındaki beyaz gölgeye getirirken:
“Atlar neden insanlar ile iyi dost olur, biliyor musun, prenses?” Dedi.
“Neden?”
“Çünkü insanların hislerini anlarlar. Onlara karşılık verirler. Şimdi korkma,
ben yanındayım hiçbir şey ters gitmeyecek, korkma. Eğer korkarsan bunu
hissedecek ve gene huysuzlanacaktır. ”
Zeynep biraz önce içine hâkim olan korkuyu bir kenara bırakmıştı. Bunu başarmış
olmanın yanından nasıl olduğunu düşünüyordu. Elleri titrerken şimdi nasıl
hayvanın kafasını rahatlıkla okşayabiliyordu? Genç adamın söyledikleri yüzünden
miydi? Yoksa anlamadığı biçimde onun elini tutan elinden, ensesinde gezinen
nefesinden ya da sırtını yasladığı kaya kadar sağlam hissettiği göğsünden mi?
İlk seferinde dokunur dokunmaz sinirlenip şahlanan hayvan, şimdi narin
okşamalarına uysal karşılıklar veriyordu. Kerem, Zeynep’ten birkaç adım
uzaklaşarak :
“Sanırım artık binebilirsin.” Dedi.
Zeynep bir eli ile hayvanın yularından tutup, ayağı ile eyerin uzantısına bastı,
atın sırtına çıktı. Hayvan o tepesindeyken kafasını eğmiş, aldırış etmeden
ayaklarını altına serilmiş çimlerden otlanıyordu. Zeynep, garip bir şekilde
korktuğu hayvanın sırtında, şimdi korkudan uzak ve güvende hissediyordu. Yıllar
süren eğitimin kendisine öğrettiğini bu kez zorlama kurallar ile değil de
içinden gelerek uyguladı.
“Teşekkür ederim.”
Kerem’in yüzünde hoşnut
olduğunu gösteren bir gülümseme vardı. İyice yükselmeye başlayan güneşin,
parlattığı gözleri yeşilin koyu tonlarına dönüşürken, Zeynep’in içinde biraz
önce dokunduğunda yayılan sıcaklığı tekrar harekete geçti. Kerem atın sırtında
beyaz elbisesinin içinde çocukken annesinin anlattığı melekleri andıran, kıvır
kıvır saçlarının, anlayamadığı bir dokunma hissine sebebiyet veren kıza
bakarak:
“Bunu yapmak benim görevim. Yani sizi korumak, yani tabi ki yardım etmek de…”
Dedi.
Kendini tutamayarak gülümsedi Zeynep.
“Sakin olun, sizi anladım komutan.”
“Hmm… Baya uzun bir süre bu at ile yolculuk edeceksiniz ona bir isim
vermelisiniz bence.”
“İsim mi?”
“Evet. Yani daha kolay alışırsınız, seversiniz.”
“Peki, madem öyle
diyorsunuz bir isim koyalım.”
“Bu sizin atınız prenses, benimki zaten bir isim taşıyor. Adını siz koymalısınız.”
Zeynep biraz düşündükten sonra hayvanı ilk gördüğünde dikkatini çeken kısmını
isim olarak seçmeye karar verdi; Gece kadar karanlık tüyleri ile kaplı
vücudunda tek farklılık gösteren beyaz gölgesini.
“Peki, öyle ise Beyaz Gölge olsun.”
Kerem farkına varmadan kızın üzerine diktiği bakışlarını çekip, atın üstüne
alarak:
“Çok yakıştı.” Dedi.
*** Birkaç Gün Sonra ***
Yolculuğa başladıklarından beri günler oldukça hızlı geçiyordu. Zeynep gideceği
yerin nihayetini bilseydi, içinin sıkılmadığını dahi söyleyebilirdi. Geceleri
ateş yakıyor, geri kalan yedi kişi sırası ile nöbet tutarken geceyi Kerem ile
ateşin başında geçiriyorlardı. Kendi de nedenini bir türlü çözemiyordu; neden
ilginç bir şekilde zoraki yolcuğa çıkmış gibi değil de kendi isteği ile dâhil
olmuş gibi hissettiğini. Kaç gün olduğunu saymamıştı, açıkça kestiremiyordu da.
Hesaplamaya çalışıp bulamadığı vakit “Ne önemi var ki sonuçta varmayacak
mıyım?” diyerek geçiştiriyordu içinden. Kendini tekrarlayan günlerde olduğu
gibi gündüzler at sırtında yola devam ederken yanında getirdiği kitaplardan
birini eline aldı. Beyaz Gölge’nin sırtında sallanarak ilerlerken bir yandan
atın kontrolünü kaybetmemeye bir yandan da okumaya çalışıyordu.
Yolculuk boyunca izlediği kızın üzerinde hâkim olamayıp bıraktığı bakışlarını Zeynep’in
fark etmesi kesinlikle istemediği bir durumdu Kerem’in. Kafasını önüne eğip at
üstünde ilerlerken, elindekine dalan kızın çabasını gülümseyerek izliyordu.
Yolcuğun başından veri savaş verip, dizginlediği onunla konuşma isteğine daha
fazla dayanamadı. Atını Beyaz Gölge’nin yanına yaklaştırdı. Onu kızdırmak
istemiyordu, fakat içinde bunu yapmasını söyleyen hatta bundan zevk alan bir
kısmı vardı. Kızdığında büzülen dudakları, kendisine diktiği koyu kahve
gözleri, dağılıp sallanan kıvırcık saçları, tarif edemediği belki de asla tarif
edemeyeceği hislerin uyanmasına neden oluyordu içinde. Gülümsemesini bütün
yüzüne yayıp, alaylı ses tonu ile konuştu:
“Ne yapıyorsun? Ne yapmaya çalışıyorsun?”
Söylediklerinden çok ses tonunu duyduğunda:
“Tanrım! Yemin ederim öldürmek istiyorum onu. Hayır, yalan istemiyorum. Hatta
sürekli böyle konuşmasını isteyebilir miyim acaba? O zaman neden kızıyorum.
Yahut kızıyor muyum? Anlamıyorum. Anlayamıyorum. İnsan nasıl kızmayı,
sinirlenmeyi ister. Bunu nasıl yapıyor? Ona kızarken nasıl oluyor da aslında
gülmek istiyorum, nasıl oluyor da onu daha çok seviyorum.” Diye düşündü.
Düşüncelerinden kurtulup, sesine yapmacık bir sinir yükleyerek, kendini ele
verecek bakışları gizleyip karşılık verdi Zeynep.
“Senin anlayacağını sanmıyorum.”
“Neden?”
“Kaslarından kafana yer kalmamış, ayrıca okuma yazmayı nereden bileceksin.”
“Ama biliyorum.”
“Nasıl?”
“Babanız, komutanlarına gereken eğitimi verecek kadar zeki biri prenses.”
“Ne fark eder? Bir kitap okumuşluğun var mı? ”
“Gerek var mı? Sen şimdi ne okuyorsun mesela? ”
“Anlayacağını sanmıyorum, ama iki gencin aşkını anlatıyor.”
“Gördün mü bak. Hiç te önemli bir mevzu değil. Okuduğum takdirde ne
öğreneceğim? Ne işime yarayacak?”
“Belki insan olmayı öğrenirsin. Ayrıca bütün kitaplar aynı şeyi yazmaz.
Onlardan düşmanlarını nasıl alt edebileceğini bile öğrenebilirsin”
Yumruğunu sıktığı bir
konulunu göstererek devam etti Kerem.
“Ayrıca ben zaten düşmanlarımı alt edecek şeylere sahibim.”
“ Aptal, anlamayacağını söylemiştim.”
“Çok küstahsınız, sizi koruyan birine karşı söyledikleriniz bir prensese
yakışmıyor.”
“Sen nereden bileceksin ki? Kaç prenses gördün bu güne kadar, kaç kadın gördün
daha doğrusu?”
Kerem birden atını diğer tarafa yönlendirerek uzaklaşmaya başlarken, onu sinir
eden son sözü kendi söylemek istiyordu.
“Çok prenses, tahmin ettiğinizden daha fazla…”
Kerem’in bir sürü kadın
ile birlikte olduğunu aklında canlandırdığında, bu kez gerçekten sinirlenmişti
Zeynep. Onun ne düşüneceğini hata kimsenin ne düşüneceğini umursamadan, sesini
yükselterek:
“Aptal, eminim kepçe kulaklarına bakıp eğleniyorlardır. Kepçük!” Dedi.
*** Bir Hafta Sonra***
Bahar ile birlikte yeniden açmaya başlayan rengârenk çiçekler etrafı
süslerlerken, kokuları havaya karışıyordu. Güneş tepeye çıktığı içind, sıcaklık
biraz da olsa rahatsız ediyordu Zeynep’i neyse ki çiçeklerin kokusunu taşıyan
hafif rüzgârlar kendisini gösteriyordu. Bir patika tarafından ayrılmış, uçsuz
bucaksız iki yeşil denizin arasından geçiyorlardı. Aralarında mesafe olan koca gövdeli,
gelinliği andırırcasına çiçekleri ile süslenmiş ağaçlar vardı. Zeynep’in o
kadar hoşuna gitmişti ki hemen şurada zamanın durmasını isteyebilirdi; şu
dakika. Etrafında kendisi rahatlatan güzelliğe dalmışken hemen yanında
ilerleyen Kerem’i görünce rahatlamak istercesine derin bir nefes alarak:
“Neden sessiz? Neden
benimle konuşmuyor. Birkaç kez bana baktığını gördüm, oysa ona dönüp, bir şey
sorduğumda, yalnızca kısa bir cevap verip, kafasını eğiyor. Ona söylediklerime
bu kadar kırılmış olamaz değil mi? Olmamalı. Öyleyse neden bu yaralayıcı
sessizliği? Biliyorum, hissediyorum, onunda bana bir şey söylemek istediğini,
sakladığı bir şeyi paylaşmak istediğini.
Onu rahatsız eden ne? Kendime yalan mı söylüyorum onu derken? Beni rahatsız
eden nedir? Neden her seferinde münasebetsiz bir soru sorup, isteksiz bir cevap
aldıktan sonra dönüp gidiyorum. Neden sürekli ona sormak, konuşmak gereği
hissediyorum. Neyden korkuyorum? Korkuyor muyum? Beyaz Gölge’ye yaklaşırken
olduğu gibi mi korkuyorum? Yok, yok hayır ona karşı hissettiğim bu şey korku
değil. Korktuğum vakit kaçmam gerekirdi. Oysa ben ona daha çok yaklaşıyorum.
Onu daha çok görmek, hatta bazen kâbuslarımda gördüğüm boynundaki yara izini
bile görmek istiyorum.
Eyvah! Seviyor muyum onu? Hayır, olamaz. Sevemem. Sevsem dahi, saf, kuru bir
sevgiden öteye; tıpkı atıma ya da samimiyetim bulunan herhangi birine olduğu
gibi olmalı. Daha yakını, daha fazlası, bundan daha sıcağı olamaz. Bundan mı
korkuyorum? Onu sevmekten mi? Aynılarını o da benim için mi düşünüyor? O da
benim gibi beni sevmekten mi korkuyor?” Diye düşündü.
Kafasında kurduğu düşünceler, burnuna dolan baharın kokusu ve gözlerinin tekrar
Kerem’in içerisinde bir yerler de küçük çaplı yangınlara neden olan yeşil
gözlerine çarpması ile kayboldu. Kendine engel olamadı, olmak istiyor muydu ki?
Atını Kerem’in yanına sürdü. Kerem kafasını kaldırmadan sanki onunla
ilgilenmiyormuş gibi attığı bir bakıştan sonra bakışlarını tekrar kaçırırken:
“Ne oluyor? Neden ona bakamıyorum? Bakamıyor muyum? Bakmak mı istemiyorum.
Neden bakmak istemeyeceğim. Belki de o bana bakmak istemiyor. Yıllardır;
annemden ayrıldığımdan bu yana içimde hissetmediğim korku beni nereden buldu?
Neden korkuyorum, ben hiçbir şeyden korkmam ki? Onu sevmekten mi korkuyorum.
Şüphesiz ki korkmalıyım. Yok, hayır kendime gelebilecek herhangi bir fenalıktan
değil, onu seversem onu incitebileceğimden korkuyorum. Belki onu sadece
sevebilirim. Ama arkamızdan bizi takip eden birkaç askeri sevdiğimden fazla
sevmemeliyim. Sevemem. Bunun ikimiz içinde ne kadar acı bir son getireceğini
biliyorum. Kendimi düşünüyor ya da dert ediyor değilim elbette ama onun zarar
görmesine dayanamam.
Hem ilk gördüğüm andan beri tarif edemediğim bu acayip hisler onda da vuku
buluyor mu bakalım? Belki de en çok bundan korkuyorum. Belki yalnız olmadığıma
dair en ufak bir belirti görsem her şeyden ya da herkesten vazgeçmeye hazırım.
Yok, hayır yapamam. Onunda içinde bir takım hisler barındırdığını bilsem ne
olur? Bu hislerin buluşmasının, birbirini besleyerek büyüyüp ikimizi bir araya
getirmesinin bir yolu var mı? Olsa ne olur? Sonunda ikimizin de felaketi
olacağı, şu tepenin arkasından doğup şuradan batan güneş kadar gerçek değil mi?
Belki de güneşin bir gün doğmamasından bile korkmayan ben, onun da bana
karşılık vermesi ile bütün korkuları aşıp, nice yıllardır ruhumu yakan bu
kapkara ateş için bir su bulacağım.
Ya yalnızca boş hisler barındırıyor isem? Daha önce hiçbir kız ile bu denli
münasebette bulunmayışımın bir sonucu ise hislerim. Ya gelip geçici bir heves
ile kendimi kandırıyorsam bu her şeye değer mi?” Diye düşündü.
Zeynep atını iyice Kerem’inkine yaklaştırdıktan sonra, daha önceki
konuşmalarından olmayan uysal naif bir ses ile konuşarak:
“Görüyor musun? Ne kadar güzeller, değil mi?” Dedi.
“Ne güzel olan?”
“Hiç şaşırmadım? Yol boyunca kafanı eğdin tek kelime etmeden ilerliyorsun.
Etrafına baksana, bunlardan daha güzel ne olabilir? İnsanı mutlu eden ne
olabilir? Şurada akan ırmak, etrafındaki rengârenk çiçekler, içine çektiğin mis
gibi kokan hava, bunlar güzel değil mi?”
“Elbette güzel. Yalnızca fark etmemişim.”
“Neden konuşmuyorsun benimle?”
“Sorduğunuz her şeye cevap veriyorum, prenses.”
“Sadece cevap veriyorsun.”
“Başka ne yapmamı istersiniz, prenses.”
“Öncelikle bana prenses demekten vazgeç.”
“Ne dememi istersiniz?”
“Zeynep.”
“Peki, bundan sonra öyle derim.”
“Madem sorduğum her soruya cevap veriyorsun, o zaman soruyorum. Bu ne çiçeği?”
Kerem, Zeynep’in eli ile gösterdiği çiçeğe bakarak cevapladı.
“Lale.”
“Hmmm… Peki, bu ne?”
“Sanırım bir zambak.”
Zeynep gözlerini biraz etrafta gezdirdikten sonra dikkatini diğer çiçeklerden
hemen ayrılan yeşil gövdesinin üstünde, kırmızının en koyu tonlarından biri
olan yaprakları ve sarı polen kısmı ile kendisini büyülen çiçeği işaret etti.
“Peki, bu ne? Ve neden bu kadar güzelken bükülmüş.”
“O bir ejder gelinciği.”
“Peki, neden bükülüyor? Neden güzel yaprakları ıslanmış gibi.”
“Bunun nedenini bilmiyorum, ama isterseniz size bu civardaki öyküsünü
anlatabilirim.”
“Anlat, lütfen.”
“Tam hatırlayamıyorum. Çocukken babam dönmediğinden annemin ev için bir şeyler
kazanması gerekirdi. Çiçek özlerinden koku yapıp, satardık. Hiçbir zaman asker
olmak istemedim. Yani istedim ama babam dönmediği için annemi tek başına
bırakmak istemedim. Onun anlattığına göre Ejder gelincikleri gündüzleri
ağlarmış.”
“Neden?”
“Ejder gelinciklerinin genç biz kızın ruhundan doğduklarını söylerdi. Efsaneye
göre genç kız bir gün bir gence âşık olur. Duygularının karşılıksız olmadığını
kısa zaman içinde anlar. Birbirlerini o kadar çok sevmektedirler ki asla
ayrılmak istemezler, fakat çocuk dünyaya inmiş bir ruhtur; ay ruhu. Çocuğun
babası ruhlar dünyasının en kudretlisi güneş ruhudur. Bir insana âşık olmasını
asla kabul edemez ve oğlunun dünyaya inmesini yasak ederek onu yalnız geceleri
dünyadan görünen ay şekline sokar. Kız her gece ama her gece parlayan ayı
izler. Öylesine sevmiştir ki çocuğu gündüzleri onu göremediği her dakika
ağlamaktadır. Artık kalbinin bu acıya dayanamayacağını ama ölürse sevgilisi
olan ayı hiçbir zaman göremeyeceğini bilmektedir. Bir gün öyle içten ağlamak
ister ki yalnızca birer damla yaş akar gözlerinden. Ama sıradan birer yaş
değil; ruhunu içine akıttığı iki damla yaş.
Sonunda güneş kızın oğluna olan aşkına dayanamaz ve oğlunun her baharda
kız ile buluşması için dünyaya inmesine izin verir. O gün bugündür her baharda
ortaya çıkan ejder gelincikleri gündüzleri ağlar, geceleri ağ doğduğunda,
bükülen boyunlarını kaldırıp yapraklarını ıslatan yaşlardan kurtulurlar.”
Zeynep ellerinin titrediğini, avuçlarının terlediğini hissetmişti Kerem
sözlerini bitirmeden. Sesi miydi onu büyüleyen yoksa anlattığı hikâye mi? Belki
de artık kendisini uyuşturduğuna, bedenini ele geçirdiğine kesin olarak
inandığı yeşil gözlerindeki bakışları. Kendini toplamaya çalışarak karşılık
verdi.
“Bunları, bunları nereden biliyorsun?”
“Söyledim ya, annem anlatırdı.”
“Çok güzelmiş, yani hikâye.”
“Nedenini bilmiyorum ama annemin anlattıkları arasında en sevdiğimdir. Belki de
aklımda yalnızca bu kaldığı için.”
“Senin hakkında konuşabilir miyiz?”
“Ne öğrenmek istiyorsanız cevaplarım, prenses. Özür dilerim, Zeynep.”
“Savaşlarda hep önde gittiğin anlatılırdı.”
“Evet.”
“Korkmuyor musun?”
“Annemden ayrıldığımdan bu yana hiçbir şeyden korkmadım. Hatta şu gördüğünüz
güneşin doğmamasından, şuradaki ırmağın akmamasından bile.”
“Çok cesursun.”
“Hayır, ben sadece korkmuyorum. Cesaret bence ancak korku ile var olabilecek
bir durum. Hiçbir şeyi kaybetmekten, kendi hayatımı dahi korkmuyorum. Oysa
cesur olabilmek için önce korkulara sahip olmalısınız, kaybedecek bir
şeyleriniz olmalı ve onları kaybetmeyi göze almalısınız, cesaret bunu
gerektirir.”
Zeynep’in içinde isteği dışında genç adama karşı duyduğu sevgi daha da
artmıştı. Acaba onunda kendisinden kaçmasının nedeni bu muydu? Bir yanlışın
kendinin ve onun başına getirebileceklerini kestirmek zor değildi. Güneşin
batmaya başladığını fark edince atını Kerem’in yanından ayırdı. Aralarında
gerçekleşen bu konuşma karşı koymakta güçlük çektikleri hislerinin daha da
kuvvetlenmesine neden olmuştu. Yolculuk boyunca günler birbirini kovalarken
Kerem gece ateşinin başında daha rahat etmek için askerleri oldukça uzak
noktalara nöbete dikiyordu. Bu sayede
yanan sıcak ateş bedenlerini ısıtırken hemen hemen her konu hakkında -çoğu
zaman didişme ile devam eden- sohbetleri de ruhlarını ısıtıyordu. Ateşin
başında her gece göz göze geldiklerinde bedenleri ile bir birlerine dokunamamanın
eksikliğinin daha da arttığını fark ediyorlar, bu eksikliği birbirlerine
gülümseyerek kaynaştırdıkları ruhlarının dans etmesi ile tamamlıyordu.
Gündüzleri de pek farklı sayılmazdı. Zeynep her daim bir bahane yaratarak
Kerem’in yanına ulaşmanı bir yolunu buluyor, herhangi bir meseleden
konuşmalarını sağlıyordu. Yakaladıkları en ufak fırsatı kaçırmıyorlar, birlikte
yapabilecekleri yahut yapmak isteyip bu yaşlarına kadar yapmadıkları ne varsa
yapıyorlardı. Kerem askerlerini gene uzak noktalara nöbet için diktiği bir gün
buldukları bir ağacın gölgesine sığınıp, çimlere yatmışlardı. Aralarında
neredeyse mesafe kalmamıştı. Her zaman ki hararetli didişmelerinden birini
yaptıkları sırada göz göze geldiler. Bu ufacık an, belki önemsemedikleri bu
zaman dilimi ikisinin de kendilerine itiraf etmekten korktukları şeyleri
anlamalarına yetmişti; âşıktılar birbirlerine hem de en az ejder gelinciği ve
ay ruhu kadar âşıktılar. Lakin ne en ufak temasta bulunabilir ne de
birbirlerine bir şey söyleyebilirlerdi. Bunun ikisi içinde ne anlama
geleceğini, kendileri için korkmasalar dahi birbirleri için korkmaları
gerektiğini biliyorlardı. İkisi de içinde aynı acıyı hissetti; tarif
edemedikleri, kalplerini bir kayanın altına kısılmış gibi sıkıştıran, birbirlerinden
ayrı geçirdikleri gecelerde sabah ışıklarına kadar gözyaşları döktüren, belki
daha önce hiç kimsenin yaşamadığı o acıyı.
En azından ikisi de birbirlerine karşı aynı hisleri besleyip beslemediklerini
merak ediyorlardı. Daha doğrusu meraktan daha güçlü bir duygu idi bu; ölseler
dahi eğer hisleri karşılıklı ise ikisini de mutlu edeceklerini bildikleri bir
duygu. Aralarındaki bu sessizliğe mahkûm ilişki, birbirlerini tamamlayan
bakışlar, çoğu zaman kaza süsü verilmiş, cesur dokunuşlar bir müddet daha devam
etti.
*** 7 Gün sonra ***
Güneş batmak üzereyken, kendilerinden uzakta ilerleyen askerlerin arkasında
tatlı bir sohbete dalmıştı, Zeynep ve Kerem. Tatlı rüzgâr, akşamüstü meydana
çıkıp usulca yüzlerine vururken yolun kenarındaki yaşlı kadını fark etti
Zeynep. Atını durdurdu. Üzerinden inip
yavaşça kadına doğru ilerlemeye başladı. Zeynep’i bu hareketini gören Kerem bir
an için bile olduğu yerde beklemeyi düşünmedi. Atının sırtından atayarak onu
takip etti. Zeynep küçük bir kız çocuğunu andıran masum ses tonu ile:
“Merhaba” dedi.
Kadının suratında beliren kırışıklıklar çoğu için korkutucu sayılabilirdi
belki, fakat Zeynep’e öyle gözükmemişti. Sarkmış tonton yanakları, kafasına
bağladığı ilginç renkli çaputun altından sarkan bembeyaz saçları, toprak
işlerinde çok çalışmaktan olduğunu bu hale geldiğini düşündüğü nasırlı elleri
ile Zeynep’e oldukça masum görünmüştü. Kerem ise kadından daha çok Zeynep
üzerindeki etkisinden, dolayı anlam veremediği bir korku taşıyor, bu yaşlı
kadının kime ne zararı dokunur diye düşünüyordu. Kadın konuşmakta zorluk
çekerek:
“Merhaba” dedi Zeynep’e.
“Burada ne yapıyorsunuz? Hava kararmak üzere, dilerseniz sizi gideceğiniz yere
kadar getirelim.”
“Hayır, kızım ben burada bilerek bekliyorum.”
Zeynep kadının gizemli
sözleri yaşlı görüntüsü ve titreyen ince sesi ile birleşince birazcık
ürpermişti.
“Kimi?”
“Yoldan geçenleri. Kiraz çiçeklerini görmüyor musun?”
“Görüyorum çok güzeller. Ama ne demek istediğinizi anlamadım.”
“Hahaha! Buralarda düğünler yalnızca kiraz çiçekleri açtığında yapılır kızım.
Şu ilerideki köyde düğün başlayacak. Bu yaşlı kulaklarım insanların eğlencesini
çekemeyecek kadar yorgun. Hem yoldan geçenleri içip, kendilerinden geçmeden
yakalamalıyım ki benim gibi yaşlı bir falcıyı dinleyebilmeleri için ikna
edebileyim.”
“Falcı mı?”
“Evet, falcı.”
“Benimde falıma bakar mısınız?”
“Elbette güzel kız, karşılığını ödeyen ve gerçekleri duymaya hazır olan
herkesin falına bakarım.”
“Karşılık olarak ne istiyorsunuz?”
“Yalnızca birkaç gümüş para…”
Zeynep tereddüt etmeden uzattı gümüşleri falcı kadına.
“Alın.”
Kadın gümüşleri
aldıktan sonra Zeynep’in bileğini kavrayıp sıktı.
“Şimdi elini aç. Hmm… İstersen gümüş paralarını geri verebilirim.”
“Neden?”
“Gördüklerimi duymak istemeyebilirsin.”
“Lütfen, ne gördüğünüzü anlatın.”
“Sende Tsuki Yomi’nin kaderini görüyorum.”
“Anlamadım.”
“Tsuki yomi bu bölgenin inanışında ay tanrısıdır.”
“Yani?”
“Bir gün asla sahip olamayacağı bir kişiye âşık olur; güneş tanrısı
Amaterasu’ya. Ne yazık ki dünyanın yaşayabilmesi için ikisinin ayrı kalması
gerekir. Babaları İzinagi ve İzinami birini yalnızca gece diğerini ise yalnızca
gündüzleri ortaya çıkacak şekilde lanetler. Her zaman birbirlerine âşık
olduklarını, denizlerin bazı zamanlar ayın acısına dayanamayıp çekildiğini,
bitkilerin ise yazın güneşin artan acısına dayanamayıp kuruduklarına
inanırlar.”
Zeynep falcı kadından korkmamıştı belki ama söylediklerinden korkmuştu.
Suratını asıp daha fazlasını duymak istemediğini belli edercesine elini çekti.
Zeynep arkasını dönüp giderken devam etti kadın.
“Unutma! Fallar her zaman gerçekleşmez.”
Köye varmadan geceyi geçirmek için ateş yakmışlardı. Kerem ile ateşin başında
otururken her zaman aralarında olan sıcak sohbet yoktu. Zeynep’in asık suratı
Kerem’i de rahatsız etmişti.
“Neyin var Zeynep? Neden bu kadar üzüldün falcının söylediklerine?”
“Yok, üzülmedim. Sanırım biraz sıkıldım sadece.”
“Senin için yapabileceğim bir şey var mı? Seni eğlendirmek için ne
yapabilirim?”
“Senin burada olman yeterli” demek istedi Zeynep, fakat diğer bütün aşkını ifade
eden sözleri gibi bunu da içine gömüp:
“Baksana şu köydeki düğüne gitsek nasıl olur?” Dedi.
“Yapamayız.”
“Neden?”
“Yani askerlerim peşimizden gelecektir, hem de bu kıyafetler ile çok dikkat çekeriz.”
“Askerler çadırlarımızda olduğumuzu sanırsa sorun çıkmaz, biz de
kıyafetlerimizi değiştirip halkın arasına karışabiliriz.”
“Peki, madem istiyorsun, yapalım.”
********
Kıyafetlerini değiştirdikten sonra gizlice köye gittiler. Kalabalığın arasına
karışmaları pek de zor olmamıştı. Devasa masalar kurulmuş, kalabalık birbirine
karışarak masalara kurulmuştu. Evlenen çiftlerin ne kadar mutlu olduklarını tüm
dünyaya duyurmak istiyormuşçasına yüksek sesli çalıyordu, bütün müzikler. Yemek
masalarından birine oturup, çalan şarkılarla eğlenmeye başladılar. Bir grup
insan yemeklerini yerken, diğerleri merkezde bırakılmış açık alanda bölgenin
geleneksel oyunlarından birini oynuyorlardı. Zeynep, yemek boyunca Kerem’in
bakışlarını üzerinden alamadığını fark etti. Ne kadar saklamaya çalışırsa
çalışsın kendinin de ona bakmadığını kim söyleyebilirdi?
Giyimlerinin süsünden ve kıyafetlerinin parlayan lüks kumaşından bölgenin
varlıklı ailelerinden oldukları anlaşılan iki genç kız yaklaştı Kerem’in
yanına. Kendisini daha önce bu civarda görmediklerini nereden geldiğini
kimlerden olduğunu soruyorlardı. Zeynep’in bakışlarının kızların üzerine
dikilip, göz bebeklerinin büyümesinden rahatsızlık duyduğunu anlamıştı Kerem,
elinden geldiğince sorulara kısa cevaplar vererek, iki kızı başından savmaya
çalışıyordu. Bir aralık kızların konuşmalarından bunaldığını belli etmek için
kızaran yüzünü çevirdiğinde, bakışları Zeynep’in yanına gelen bir gence ilişti.
Genç adam Zeynep ile birkaç kelime konuştuktan sonra elini uzattı. Kendisine
uzanan ele karşılık verdi Zeynep, göz ucu ile Kerem’e baktıktan sonra.
Sözleri ile olmasa da tavırları ile kendileri ile ilgilenmediğini gösteren
Kerem’in yanından ayrılmıştı, iki kız. Kerem önündeki yemeklere dönüp, hemen
elinin altında duran kadehten bir yudum aldı, kalabalığın arasına çıkan
Zeynep’i süzerken. Çocuk Zeynep’in elini tutmuş, kalabalığa ayak uydurarak onun
etrafında dönüyordu. Kerem bir yudum daha aldı kadehinden. Müzik
hareketlendikçe erkekler kızların etrafında daha hızlı dönüyor, arada bir
ellerinin altından geçerek, kollarını kızların bellerine doluyorlardı. Kerem
belki yıllardır hissetmediği duyguların uyandığını hissetti içinde. Anlam
veremediği biçimde Zeynep’in bu genç adama dokunmasını hatta yaklaşmasını
istemiyor, aralarındaki mesafe azaldıkça sinirlerinin yay gibi gerildiğini
hissediyordu. Geçen her saniye önündeki kadehten kendini rahatlatmak için daha
fazla içme isteği duyuyor, fakat içtiği her yudum kendisini kamçılayan bir
kırbaç etkisi yaratıyordu. Gözlerinin rengi iyiden iyiye dinliğini kaybedip,
belki sadece savaşlarda büründüğü yeşilin daha koyu tonlarına geçiş yaptı. Derin bir nefes alarak, çenesini sıkıp aldığı
nefesi sol omzunun üstünden üfledi. Elindeki kadehi sıkarken, boynundaki
damarlar meydana çıkmış, nefes alış verişleri daha da hızlanmıştı. Kısacık bir
an; belki de çoğu insanın fark edemeyeceği bir zaman diliminde çocuğun Zeynep
ile göz göze geldiğini, kızın belinde olan ellerinin biraz daha aşağı inerek
kalçalarına doğru ilerlediğini gördü. Zeynep’in yüzünü çocuğun bakışlarından
kaçırıp, aralarında ki mesafeyi korumak için kendisini bir adım geri çekmesi
Kerem için çoktan emri vermişti bile. Daha genç adam Zeynep’in yanına gelir
gelmez içinde vuku bulan garip duyu, artık zincire vurulamayacak kadar büyümüş,
tüm bedeninde yayılarak elindeki kadehi masaya sertçe vurmasını sağlayacak bir
öfkeye dönüşmüştü. Son kez aldığı derin nefesten sonra yerinden kalktı Kerem.
Hızlı adımlarla Zeynep’in yanına ilerleyerek, kolundan tutarken:
“Hadi! Gidiyoruz.” Dedi.
“Neden?”
“Gidiyoruz dedim. Yeter bu kadar eğlence.”
“Hayır.”
“Zeynep, gidiyoruz.”
Birbirlerinin gözlerinin içine bakarak yaptıkları, bu aslında altında çok
farklı duygular barındıran kavga devam ederken, Genç adamın sesi böldü
ruhlarının sevişip, bedenlerinin kavga ettiği tartışmayı.
“Sana hayır dedi, neden gitmiyorsun?”
Kerem, genç adamın kendisine doğru uzattığı kolunu bir hamlede kavrayıp, çocuğu
kendine doğru çekerken, sıkıp kaya kadar sert hale getirdiği yumruğunu suratına
geçirdi. Genç adam aldığı tek darbe ile yere yığılırken, Kerem üzerine atladı.
Kendilerini ayırmaya gelen kalabalık yetişemeden ardı ardına yumruklarını
indirmişti bile, çocuğun yüzüne. Omuzlarında hissettiği eller, zor da olsa
çocuğun üzerinden aldılar Kerem’i. Anlık öfkesinden kurtulduğunda, çevresine baktı
Kerem; Zeynep yoktu. Nereye gitmişti? Biraz önce dizginleyemediği duyguların
nasıl olduğunu anlamadan hissetmeyi çok önceleri bıraktığı bir duyguya; korkuya
dönüştüğünü fark etti.
Zeynep, Kerem çocuğun üzerine atlayıp, sinirini çıkarırken sinirlenerek oradan
ayrılmış çadırına gelmişti. Sinirlendiği Kerem miydi? Hayır. Belki yaptıkları
hoşuna bile gitmişti, fakat içerisinde onunda kendine karşı ne kadar güçlü
hisler beslediğini anladığı o an korkmuştu. Korkmuştu çünkü biliyordu, bu
hislerin ikisini de saadet dolu bir sona getirmeyeceğini biliyordu. Biraz zaman
sonra kafasındaki düşünceler ve içindeki karmaşık hisler an be an onu daha da
boğuyorken çadırın aralandığını gördü. İki yana açılan çadırdan Kerem önce
kafasını soktu, sonra tamamen içeri girdi. Attığı yürümeye yeni başlamış bebek
gibi dengesiz bir iki adımdan Kerem’in hala yemekteki içkinin etkisinde
olduğunu anlamıştı Zeynep. Tüm vücudunda dalga dalga yayılıp en çok da kalbinde
birikip, nefes almasını zorlaştıran o korku şimdi daha derindi. Kerem’in yarı
aydınlık çadırın içinde bile insanı büyüleyen zümrüt gibi parlayan yeşil
gözlerine bakarken:
“Eyvah! Neden geldi? Ondan kaçmanın mümkün olmadığını bilmiyor muydum? Neden
kaçıyorum ondan, kaçmak istemiyorum ki. Aksine ona yaklaşmak, daima onun yanında
olmak istiyorum. Ama yapamam bunu, ona ne de kendime yapamam. Neydi şu çiçeğin
adı? Hani kıpkırmızı yapraklarından gözyaşları döken işte onun gibiyim sanırım.
Ya da falcının anlattığı Ay tanrısı gibiyim. Beni öldürse bile ona dokunamamak,
yaklaşıp birkaç kez kaçamak yakaladığım kokusunu içine çekememek, yapamam.
Peki ya o yaparsa? Bana dokunursa? Ona karşı koyabilir miyim? Eyvah! Ya beni
öperse karşı koyabilir miyim? Hayır, yapamam. O zaman o genç delikanlıya
yaptığım gibi itip kendimden uzaklaştıramam onu kendimden. Hatta belki
korkmadan ya da ölesiye korkarak fakat kendime engel olamayarak karşılık bile
verebilirim. Kesinlikle veririm.
Tanrım! Ne olur, ne olur bir çılgınlık yapmasın. Belki ikimizin de canını
yakacak, fakat hayatlarımızı kurtaracak sona bu kadar yaklaşmışken ne olur
engelle onu.” Diye düşündü.
Birkaç yalpalayarak atılmış, küçük dengesiz adım ile yatağı ve kendi arasına
sıkıştırdığı kız ile arasındaki mesafeyi iyice kapattı Kerem. Gözlerini
Zeynep’in gözlerine dikip, nefeslerinin birbirlerine karışmasına izin verirken,
belki de konuşmasına gerek bırakmayacak titreyen ifadelerle kıza bakarken:
“Tanrım! Ne kadar güzel? Hayır. Hayır, dayanamayacağım. İçimi dışımı paramparça
eden zincirlerin engellemeyeceği kadar güzel… Ona bu kadar yaklaşmışken geri
dönemem. Dönmekte istemiyorum zaten. Lakin artık onunda bana karşı
hissettiklerinden şüphe duymasam dahi yapamam. Ona dokunamam, titreyen o
dudaklarını öpemem. Kendi sonumu önemsediğim için değil. Onun makûs talihini
ellerimle, ona dokunan ellerimle çizemem. Ona karşı hissettiğim bu eşsiz
arzunun bedelini ödemesini isteyemem.
Peki, nasıl dayanacağım? Ona bu kadar yaklaşmışken nasıl dayanacağım. Nasıl
durduracağım daha şimdiden tutamadığım adımlarımı? Ona son kez dokunduğumu
düşündüğüm de içimde beliren o korkuyu nasıl durduracağım? Evet, korkuyorum;
onu kaybetmekten, ona dokunamamaktan korkuyorum. Hem de daha önce korkmadığım
gibi korkuyorum. Ölesiye korkuyorum.”
Zeynep kendini hapseden Kerem’in bakışlarından kurtulduktan sonra konuşmayı başardı.
“Ne var? Neden geldin?”
Kerem yükselen sesinde, korkusunu, telaşını ve içinde biriken daha birçok
duygusunu hissettirdi.
“Neredesin sen? Nereye kayboldun?”
“Sana ne? Ne bu telaşın? Bu öfken? Korkuyor musun?”
“Evet, korktum.”
“Neden? Beni bulamazsan babamın sana yapacaklarından mı? Hani sen hiçbir şeyden
korkmazdın?”
Zeynep’in iğneleyici
sözleri Kerem’i daha da kızdırmıştı. Boynundaki damalar kabardı, yüzü yarı
karanlık odada belli olacak kadar kızarmıştı.
“Evet, hiçbir şeyden korkmazdım ben. Ama şimdi korkuyorum. Önceden korkmamı
gerektirecek, değerli kaybedecek hiçbir şeyim olmadığı için korkmazdım. Şimdi
korkuyorum çünkü kaybetmekten korktuğum kendi hayatımdan bile değerli bir şey
var. Babanın bana yapacaklarından değil, ona yapacaklarından korktuğum bir şey;
sen varsın, anlıyor musun?”
Kerem sözlerini bitirdikten sonra arzu ile titreyen dudakları, teslim olduğunu
haykıran bakışları ile nefesleri düzensizleşen kızın gözlerine baktı. Sağ elini
boynuna atıp Zeynep’i kendine çekti ve hafifçe araladığını dudaklarını kızın
dudaklarına yapıştırdı. Geri çekilmedi Zeynep, aksine karşılık verdi. Kerem,
boşta kalan elini kızın beline dolayarak dudakları gibi vücutlarının da
birleşmesini sağladı. Tanrım ne kadar sıcaktı kızın dudakları. Nasıl da kendininki
gibi dizginlemeden atan kalbinin dalgaları ile titriyorlardı öyle. Nasıl bu
kadar mutlu idiler? Dünya üzerinde bedenlerini ve ruhlarını böyle ahenkli dans
ettirip, saadet hissini yaşatan başka bir şey var mıydı? Olabilir miydi?
Çiçeklerin, öten kuşların, gelirken gördükleri engin ırmakların koskoca
dünyanın birleşip, yavaş yavaş ufaldığını, ufalıp tarif edilemez biçimde
içlerine aktığını hissettiler. İkisi de zihinlerinin en karanlık, en ücra,
uğramak istemedikleri bir köşesinde ayrılması gerektiğini biliyor, fakat şimdi
ikisinin de bedenlerinde gezen; arzu, tutku, hatta günaha sürükleyen bir şehvet
ve nice duygular birleşip, gemileri limanlara bağlayan zincirlerden daha
kuvvetli bağlar oluşturuyordu aralarında. Nihayet nefes almak için geri çekildi
Kerem. Hatasını tekrarlamak istemediğini belirtircesine kafasını eğdi,
bakışlarını her zaman ki gibi kaçırıp, arkasını dönerek çadırdan çıktı. Bir
müddet olduğu yerde, taştan bir heykele dönüşmüş gibi kalan Zeynep nefesleri
düzelmeye başlayınca ancak kendine gelebildi.
İkisi de çadırlarındaki yataklarına uzandıklarında, uyumanın yapabilecekleri en
son şey olduğunu biliyorlardı. Gözlerini gökyüzüne bakıp, içinden çıkılmaz bu
durum için zaman zaman kâbusu andıran kanlı görüntüler besleyen hayaller
tasavvur ediyorlardı. İçlerinde, derinlerde bir yerlerde tüm korkularına galip
gelen, parlak, kuvvetli bir mutluluk vardı: birbirlerini belki kimsenin
sevemeyeceği kadar çok sevmelerini bilmenin mutluluğu. İkisi de çoğu gece görüp
uyanmak istemedikleri, zaman zaman kendilerini utanıp, kızarmalarına neden olan
rüyalarını akıllarına getirdiler, gökyüzünde izleyebilecekleri yıldızları
ararken.
******
Düğün gecesinin üstünden birkaç gün
geçmişti. Yolculuğun sonuna yaklaşıyorlardı. O geceden sonra her ne kadar
birbirleri ile tekrar konuşup, tekrar dokunabilmek için kuvvetli arzular
duysalar da bir takım korkular bu isteklerine mani oluyordu. Beraber
geçirdikleri son gün olduğunu biliyordu Zeynep, ertesi sabah varmış
olacaklardı. Atını Kerem’in yanına sürdü. Bir müddet sessizce Kerem’in yanında
ilerledi yavaşça yürüyen atının üstünde; ondan gelecek herhangi bir tepki,
birkaç kelime bekliyordu. Kerem daha fazla sabır göstermeden alaylı bir ses
tonu ile:
“Eee prenses benden kurtuluyorsun. Müstakbel kocan ile kim bilir nasıl mutlu
olursun.” Dedi.
“Kim bilir nasıl mutlu olurum? Sen de benden kurtuluyorsun, hani şu seni rahat
bırakmayan onlarca kızın yanına dönersin, sanırım.”
Kerem, Zeynep’in yüzüne kızaran yanaklarını saklamadan utangaç bir bakış attı.
“Aslında sana yalan söyledim prenses, ben hiç kadınların yanında olmadım. Daha
önce çocukken oynadığım bir kaçı hariç bir kızın yanına yaklaştığımı
hatırlamıyorum.”
Zeynep kısacık bir an için bile olsa duyduklarından büyük bir mutluluk duydu,
fakat hemencecik yüzünden sildi gülümsemesini.
“Kerem, yarın gün bitimi beni teslim edecek misin gerçekten? Ayrılacak mıyız?”
“Başka ne yapmamı isterdiniz ki prenses?”
Zeynep kafasını eğdi. Önce buğulanan gözlerini ondan saklamak için büyük bir
uğraşa girdi, fakat başarılı olamayacağına kanaat getirince vazgeçti. Belki
biraz sinir ile ama kesinlikle daha fazla keder ile atının yularını sıktı.
Başından beri içine batan, hatta küçük bir çocukken dahi Kerem’in yeşil
gözlerini gördüğü ilk andan itibaren içine batan o garip duygunun biriktiğini,
adeta birikerek en kuvvetli işkencelerin acısını hiçe sayacak bir acı verdiğini
hissetti. Neydi o çiçeğin adı; hani şu sevgilisine kavuşamadığı için ağlayıp,
dilden dile acı hikâyesini duyuran. Ejder gelinciği mi? İşte şimdi hikâyenin neden
bu kadar çok etkilediğini, neden duyduğunda canını yaktığını anladı, tam
olarak. Büyüyüp, titreyen gözbebeklerinden başlayarak yanaklarına akan iki
damla yaş bıraktı. Ama sevdiği bir kişiyi kaybettiğinde döktüğü gözyaşlarından
değildi kesinlikle. Feryattan, figandan, kendini paralamaktan çok uzakta
içindeki ruhun özünü bedeninden söküp alan, derin, nefes kesen, en ölümcül
acının gözyaşlarıydı; gelinciğin gözyaşları. Bir anda kuruyan dudaklarını sanki
çok zor bir işmiş gibi açmakta zorlanarak konuştu, titreyen sesi ile.
“Kerem, ben seni seviyorum. Dur! Hemen olmaz, olamaz deme. Çünkü bunları
kendime kaç defa söylediğimi inan bilmiyorum. Ne yaşadığımı, senin de beni aynı
derecede sevip, sevmediğini bilmiyorum. Bunları bilmeden, kendime engel
olamadan seviyorum seni. Ama kardeşimi, babamı ve yahut çok yakınlarımdan birini
sever gibi sevmiyorum. Hani bana anlattığın çiçek var ya hani şu Ay ruhuna âşık
olan işte onun gibi imkânsız olduğunu bilerek seviyorum seni.
Belki de yanılıyorum, belki de yalnızca hislerimin karşılıksız olmadığını
sanıyorum. Lakin içimde öyle kuvvetli bir his var ki daha önce yaşamadığım.
Senden uzaklaştığım anda gözlerimi karartıp, tatmadığım acıları bir bir
tattıran. Böylesi ilahi, böylesi kuvvetli bir hissin karşılık bulmadığına, bulmayacağına
inanmıyorum. Hem karşılıksız olsa ne olur? Seni seviyorum. Belki gelinciğin ayı
sevdiğinden daha fazla…”
Kerem kızın gözlerinden süzülen sessiz iki damla yaşı gördüğünde konuşmasına
gerek kalmadan anlamıştı belki de söyleyeceklerini. Kız kendi ile aynı hislerin
bir sonucu olarak dudaklarında güçlükle kelimelerini dökerken, kendi
gözlerinden de iki damla yaş aktı. Belki güç almak için belki biraz da
çaresizliğinin öfkesini atmak için sıktı, atının yularını. Kendine birazcık da
olsa yardımı dokunması için derin nefesi ile ciğerlerine hava doldurdu. Nasıl
karşılık vereceğini ne söylemesi gerektiğini düşündü bir müddet, fakat aklını
toplayabilmenin mümkün olmadığını anladığında konuşmaya karar verdi.
“Ben de seni seviyorum, prenses. Belki senin beni sevdiğin kadar belki de daha
fazla. Belki senden daha önce sevmeye başladım, bilmiyorum. Önemi var mı? Öyle
güçlü seviyorum ki yıllardır içimde ölen birçok duyguyu yeniden diriltecek
ilahi bir güç yaratacak kadar çok seviyorum. Yeniden korkuyu tadacak kadar çok
seviyorum seni. Seni gördüğümde değil, gözlerimi kapattığım da, kokladığım da
değil, kokunu alamadığımda dahi seviyorum. Hatta senden ayrılmanın beni
öldüreceğine artık eminim.
Fakat ne yapabilirim prenses? Ne yapabilirim? Sakın yanlış anlama kendi sonum
çaresiz olduğu için değil bu sitem, eğer öyle olsa idi şu dakika yanından utanç
ile uzaklaşırdım. Senin sonunu tayin edemememin sitemi bu… Beraber olursak bizi
rahat bırakırlar mı? Baban, kudretli hükümdar sana zarar vermez mi? Seni bu
kadar seviyorken nasıl olurda canını yakacak bir felakete sürüklerim seni.
Senin üzülmeden dahi bu kadar korkuyorken ne kadar cesur olabilirsem olayım
yaklaşabilir miyim sana? Görüyorsun ya prenses nasıl çaresizim. Lakin eğer
senin geleceğin benim senden ayrılığıma yani ölümüme bağlı ise tereddüt
etmiyorum, korkmuyorum ölmekten.”
Kerem’in çaresizliğini, aşkını, korkularını döküp, Zeynep’in sözlerini
tamamladıktan sonra kulaklarda güneşin batışı ile ortaya çıkan rüzgârın kısık
sesi yankılandı. Bir müddet konuşmadan hatta bakışmadan devam eden yolculuktan
sonra son gece için çadırlar hazırlandı, ateş yakıldı. Bu defa yakılan ateş
başında da sohbet olmamıştı. İkisi de birbirlerine söyleyecek herhangi bir şey
bulamıyor, bulsa dahi bunun ikisinden birini daha fazla üzeceğini düşünerek
vazgeçiyorlardı.
Kerem çadırında uzanmış, Zeynep’in yüz kızartan hülyalarına belki de onu son
kez görmenin vermiş oldu cesaret ile dalmıştı. Gecenin sessizliğine alışan
kulaklarını çadırın girişinde birkaç ayak sesi duyduğunda hemen yerinden kalktı.
Aslında görmeden önce biliyordu, hissetmişti kimin geldiğini içinde.
“Zeynep, ne yapıyorsun burada?”
“Kerem ben ölmek istiyorum, seninle ölmek.”
Zeynep’in cümlesinden sonra adımları ile
aralarındaki mesafeyi kapattı Kerem. Konuşma gereği duymadan, bir elini kızın
boynuna atıp diğer elini beline dolayarak kendine çekti Zeynep’i. Gözlerinin
bir anlık birbirlerine her şeye hazır olduklarını anlatan bakışlarının
karşılaşmasının ardından, dudaklarını kızın dudaklarına yapıştırdı. Kızın
belindeki elini daha da sıkılaştırarak narin bedenini kendininki bütünleşmesini
ister gibi göğsüne yapıştırdı. Araladığı dudakları kızın da karşılık olarak hafifçe
araladığı dudaklarını emerken, boynundan yukarı çıkan eli saçlarının arasına
karıyordu. Gözlerini kapatmışlarken birbirine temas eden dilleri sıcaklıklarını
karıştırarak tüm bedenlerinin hissetmesini sağlıyordu aşkı. Şimdi onlara hâkim
dürtüler, şehvet, tutku içlerinde biriken her duygudan en büyük korkulardan çok
daha güçlüydü. Zeynep’i yavaş hareketler ile yöneterek duvara yasladı Kerem.
Kerem’in hareketlerine karşılık Zeynep’in elleri genç adamın boynunda ve
saçlarının arasında dolaşıyor, düzensiz nefesleri onunkilere karışıyordu. Nefes
almaya ihtiyacı olduğuna emindi, fakat bu gereksinimi görmezden gelmek mümkünmüş
gibi dudaklarını onun dudaklarından ayırmıyordu.
Kerem ellerini duvara dayayarak biraz ayrıldığı kızı süzdü konuşmadan.
Zeynep’te bu sessizliğe aynı şekilde cevap vererek sessizlik içinde süzüyordu
Kerem’i. Ellerini duvardan ayırıp kızın göğüslerinin üstüne kadar sıkıca
bağlanmış kıyafetinin iplerine getirdi. Dudaklarını tekrar kızın yanan
dudakları ile buluşturduğunda, yaramaz parmakları bahçelerden meyve çalan
çocuklar gibi hızlı, sessizce ipleri çözmeye başladı. Kerem’in kıyafetinin bağcıklarına
giden ellerini fark ettiğinde, kendi elleri de çocuğun belinde sıkılmış kuşağa
gitti, Zeynep’in. İpleri çözmeyi bitirdiğin de kendi belindeki kuşağın da
çözülüp, düştüğünü gördü Kerem. Birkaç adım geri çekilip, yanıp kül olacağına
inandığı bedeninin yalnızca kızın bedeni ile söndürebileceğini düşünerek
Zeynep’in elbiseni omuzlarından indirdi. İncecik bedenin çıplak teninden
süzülerek ayaklarının dibine toplandı kızın elbisesi. Zeynep çocuğun beline
uzanıp onun kendisine yaptığı gibi bedenini çıplak bırakmak istedi, fakat ilk
denemesinde zorluk çekince Kerem kendi kıyafetlerinden de bir çırpıda kurtuldu.
Tamamen çıplak bedenlerinden odanın içine yayılan sıcaklığı hissetmemek için
daha önce sıcaklık ile tanışmamış olmak gerekirdi. Çocuğun zırhlı kıyafetlerin içinde fark
etmediği vücudunun nasıl tarif edilemez hadiselere neden olduğunu fark etti
Zeynep. Kerem, Zeynep’in karşısında
öylece duran çıplak vücudunu daha önce hiç görmemiş gibi sözdü, gözleri ne
zaman duyguları yoğunlaşsa olduğu gibi yeşilin koyu tonlarına bürünürken.
Bedenleri ayrıldığından bu yana ne kadar zaman geçmiş olabilirdi ki? Belki
ufacık bir an, fakat Kerem yıllardır beklediği yegâne arzuna kavuşmuş biri
gibi, arzulu ve tutku dolu bir öpücük ile tekrar yapıştı kızın dudaklarına. Ellerini
çıplak vücudunda kızın beline doladı, sert bir hamle ile üzerine çekti.
Kerem’in şehvet denen içkiyi kanarak içip sarhoşluğunun temsili olarak yaptığı
bu arzulu hareketlerine aynı tutku ile karşılık veriyordu Zeynep. Dudakları
onun dudakları arasında kaybolurken, içindeki ateşten bir tutam eklediği nefesi
yanan çocuğun bedenini daha da ısıtıyordu. Bir eli Kerem’in boynundan başlayıp,
saçlarının arasına doğru yolculuk ederken, diğeri göğüsleri üzerinden
karnındaki her biri ufak bir tepeciği andıran kaslarını es geçmeden kasıklarına
kadar ilerliyordu.
Kızın vücudunda dolaşan ellerini tekrar beline getirerek Zeynep’i kollarının
arasına aldı Kerem. Sıkıca sardıktan sonra, hafice ayaklarını yerden kesti.
Öpüşmelerine ara vermeden kaldırdığı kızı, biraz önce tatlı düşler kurduğu
yatağının üstüne bıraktı. Zeynep yavaşça sırt üstü uzanırken Kerem’in dudakları
dudaklarından ayrılıp boynuna oradan göğüslerine doğru kaymaya başladı. Bir eli
bedeninde hızlı, heyecanlı keşif gezilerini sürdürürken diğer eli kızın en
tabii dürtülerine boyun eğerek sertleşen göğüslerinden birini avucunun içine
aldı. Zeynep göğüslerinde hissettiği sıcacık dudaklar ve Kerem’in parmaklarının
içinde tatlı bir işkenceye maruz kalan göğsünün tetiklemesi ile inledi.
İnlemeleri Zeynep’in daha önce çok uzağında olan bu eşsiz zevki tatmış olmanın
hazzını taşıyordu, giderek artarken. Kerem öpücüklere boğduğu kızın sertleşen
göğsünü dişlerinin arasına alıp ezdiğinde kulaklarında yankılanan en tiz
inlemelerden birini duydu. Ruhunun içinde sakladığı asiliği dışarı çıkarması
için yapılmış bir uyarı atışı gibiydi, bu onun için. Kerem’in üzerinde tüm
ağırlığını hissettiği sıcacık bedeni bir saniye durmaksızın an be an daha ileri
gidip, onu şehvet denen içkinin denizinde boğarken çocuğun sırtına adeta onu
daha da kamçılamak için tırnaklarını geçirdi Zeynep.
Kerem kızın göğsündeki öpücüklerini bir an durdurup, tekrar dudaklarına doğru
yönelmeye başladı. Bedeninin tüm ağırlığını verecek şekilde kızın üstüne
bıraktığında gözleri yeniden karşılaştı. Gecenin karanlığında parlayan yeşil
gözleri cevabını ne kadar istediğini yanan nefesi ve kor gibi dudaklarından
belli eden bir soru soruyordu; cevabı şehvetin doruk noktasına ulaşmak için
gerekli birleşmeyi sağlamanın onayı olan soruyu. Kız Kerem’in bu sessiz ama
kelimelerden çok daha fazlasını anlatan bakışları ile sorduğu sorunun cevabını,
gözlerine kenetlediği bakışlarının ardından, dudaklarına kondurduğu bir öpücük
ile verdi. “Evet” diyordu, öpücüğü, istiyorum. Kerem kızı incitmemek için
yavaşça özen göstererek tam anlamı ile onunla bütünleşirken, çocuğun sımsıcak,
sert uzvunun bedeninin parçasını olduğunu hissettiğinde tekrar inledi Zeynep.
Başlangıçta yavaş olan hareketlerine çok kısa bir süre devam ettikten sonra
kızın yükselen inlemeleri ile birlikte hızlandı Kerem. Güçlü vücudunun yorulmak
bilmediği git gel hareketleri hem kendi vücudunda hem de Zeynep’inkinde tarifi
pek de mümkün olmayan zevklerin uyanmasına neden oluyordu. Bir müddet devam ettikten sonra ikisinin
vücudunda da güçlü kasılmalar meydana gelmeye başlamışken Kerem’in kızaran
vücudundan akan terler Zeynep’inkilere karışıyordu. Boynundaki damarlar
belirginleşti, hırıltı nefesi gecenin sessizliğini böldü ve Zeynep’in
kendininkilere karışan inlemeleri ile birlikte hazzın en lezzetli dilimi
yediler. Kerem Zeynep’in üstünden yanına yığılıp, onu göğsüne çekti. Saçlarını
karıştırıp, öperken kokusunu içine çekti. Zeynep bütün korkularından arınmış
dünyadaki en güvenli yer misali onun göğsüne yaslamıştı başını. Nefes alışları
düzenlenip, dinlendikleri her vakit bu tutku, günah ve şehvet dolu
yetişkinlerin yasak oyunu kendini tekrarladı, hiç sabah olmasını istemedikleri
gecenin içinde.
Zeynep ile Kerem uzunca yaptıkları sohbetin ardından belki çocukça ama en
azından ufacıkta olsa bir umut barındıran bir plan yaptılar. Kerem’in yol
güvenliğini bahane ederek uzak noktalara nöbete diktiği askerleri atlattıktan
sonra, olabildiğince uzaklaştılar. Yol üstünde kimselere görünmeden aşırdıkları
köylü kıyafetlerine bürünüp günlerce durmadan bilmedikleri uzak diyarlara yol aldılar.
Gözyaşı döken gelinciğin hikâyesi oldu onların ki ama sonu mutlu biten…
SON
Bir nevi kitap yazdım sayılır size, vote ve yorumları eksik edenleri
pıçaklamayı düşünüyorum J …
.Sonunu uzatmadım size kısa gözükebilir ama Word sayfası ile 40. Sayfadayım ve
parmaklarımı hissetmiyorum, ayrıca sınava çalışmam gerek. Ayrıca kötü son ile
de bitirmedim kıyamadım ZeyKer’e. Bu hikâye kafamda çok daha uzundu. Fakat bir
iki günde ufak çaplı bir kitap yazmak gibi bir şey, çok yoruldum. Belki merak
edenler olur, şu ejder gelinciği ve hikâyesini ben uydurdum. Tsuki Yomi ve
Ametarasu da Şinto dinine ait tanrı isimleri gerçekte ama aralarındaki aşk
hikâyesini de ben uydurdum. Hikayenin gidişatına uygun mitolojik bir hikaye
bulmak yerine bunu yapmak daha kolay geldi.